29 Ocak 2019 Salı

Kasımpatı

Uzun upuzun yazlar bitti. Geriye bir arabanın arka koltuğu kaldı.
İşte gidiyoruz yine. Rüya mı gerçek mi? Ne önemi var ki? Ben arka koltuktayım.
Arka koltuğa saplanmış, kalmışım üstelik. Güç bela bir şeyleri yerli yerine oturtuyorum
Mütemadiyen değişen manzaraları hızlı çekimde izliyorum. Ağaçlar, boş araziler, yeşillikler ve bol sarılar geçiyor gözlerimin önünden durmaksızın. Sahi biz ne zaman dururuz? Ne zaman durur da soluklanırız? Ne zaman birbirimizin gözlerinin içlerine bakarız gözlerimizi kaçırmaksızın? Olmaz, değil mi? Bir şeylere geç kalındığından değil. Bir şeyler uzaklarda bir yerde küçülerek kaybolduğundan da değil. Ruhumuzu kemiren sıcaklığında yarınları telaşla beklediğimizden de değil. Eğer gözlerimiz birbirine bir kez olsun değerse biliriz ki tüm yaşananlar sıfırlanacak, bir başka geçmişin hükmü sürecek o andan itibaren. İşte ondan korkarız. Lanet ettiğimiz geçmişi sıfıra çekmekten korkarız. Nasıl olur da yaşanmışlıkları tüm acısına rağmen hükümsüz kılabiliriz?

Ben keyfini sürdüğüm çocukluğumun da sona ereceğini biliyordum. İşte o yüzden en deli dolu çağımda bile o kadar da deli değildim. Çünkü bilirdim. Bu yaz bitecek, bu sıcaklar geçecek. Kış gelecek. Sonra kış da geçecek, getirdiği karlar eriyecek ve yeniden yaz gelecek. Tekrar kış, tekrar yaz. Tekrar kış, tekrar yaz. Bu hiç bitmeyen döngüde bir gün gelir de döngü kırılır mı diye bekler dururdum. Sanırdım ki zaman geçtikçe, yıllar aktıkça günlerden bir gün bir şeyler olacak da kış gelmeyecek ya da yaz diye bir şey hiç olmamış olacak. Ne ahmakça! Üstelik neden? Neden böylesine arzulardım olağanın dışında gerçekleşecek büyük bir kırılmayı? Kendimden kaçmak için mi? Olduğum kişiden uzaklaşmak için mi? Türümü inkar etmek için mi? 

Türümü ne enlemde ne boylamda inkar edemezdim oysa. Böyle bir düzlem, böyle bir evren inşaa edilmemişti. Hayatı okumaya ve okuduğumu anlamaya başladıktan sonra anladım ki saplanmak zorunda olduğum bir evren de vardı üstelik. Ne yapacaksam bu evrende yapmak zorundaydım. Güleceksem de, düşeceksem de, ağlayacaksam da, aşık olacaksam da, acı çekeceksem de hepsini bu evrende yapmak zorundaydım. Kaçış yoktu. Kaçış kelimesi tanımsızdı.

Ama arabaların arka koltukları beni bazen bir yerlere götürürdü işte. Arka koltuğa yerleşir, düşüncelere dalardım. Düşüncelerimi hayata geçirmeye kalkıştığım andan itibaren işler ters giderdi sonra. Bana karşı kurulmuş bir sabotaj olarak okurdum tüm aksi giden her şeyi. Yine de beklerdim. Beklerdim büyük, kocaman, tanımsız, her şeyi değiştirecek 'şeyin' gerçekleşeceği günü. Bir türlü hiçbir şey gerçekleşmezdi. Tamam geçmiş hükümsüz kalmasındı ama ya kaçmak? Arkana bakmadan bu evreni terk etmek? Bir damla gözyaşı dahi dökmeden tertemiz bir terk ediş? Sıfırcasına bir deliriş?

Bu evreni terk etmek istiyordum. Karanlıkta saatlerce kımıldamadan oturmak istiyordum. Konuşmadan anlatmak istiyordum.Yarın diye bir şey olmasın istiyordum. Bedenimin yörüngesini değiştirmek istiyordum. Organlarımsız var olmak istiyordum. Ne de çok şey istiyordum?

Anladım ki bu evreni terk edemedikten sonra geride kalan hiçbir şey geride kalmıyor. Kimseyi geride bırakamıyorum. Hiçbir şeyi geride bırakamıyorum. Hiçbir acıyı, hiçbir sevinci terk edemiyorum. Hepsi benimle birlikte arabanın arka koltuğunda bir yerlere gidiyor işte. Yörüngeme takılmışlar. Kıramıyorum yörüngemi. Yörüngemde geçmiş ve gelecek, dönüp duruyoruz. Tekrar kış, tekrar yaz. Gelecek, geçmiş, gelecek, geçmiş. Tekrar kış, tekrar yaz. Oysa ben bugünü bile ateşe verip fırlatmak istiyorum tanımsız, zamansız, yersiz yurtsuzluğa.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder