21 Mart 2017 Salı

yaşarken... büyürken... yaş alırken...

Geç bir ergenlik krizinden bildiriyorum. Kuşkusuz en iyi bildiğim şeylerden biri de hep bir şekilde bir şeylere geç kalmaktır. Benim olgunluk sandığım dönemlerim çocukluk sanrılarımmış. Krizin aslıyla yüzyüze gelince tepetaklak oldum. Uzun süre yazmadım, yazamadım. Bugün de niye yazıyorum bilmiyorum açıkçası. Eski yazdıklarımı okuyorum son iki gündür. Hala yakın hissediyorum o kelimeleri seçip eğip büken cümlelerin içine sıkıştıran kıza ama sanki aradan yüzyıllar geçmiş gibi.

Bazen hayatımı sanki yaşamış da bitirmiş gibi hissediyorum. Parmak hesabı yapınca insanın küçük çapta bir kalp krizi geçirmemesi imkansız gibi zaten. Oysa çok saçma, çok ahmakça. Bundan on sene sonra tam da bugünü düşünüp pişman olacağıma akılsızlık etmişim diyeceğime eminim ama heyhat hep aynı örüntüyü takip etmek mecburiyetindeyim sanki.

Eskiden ağlamaktan kaçmazdım. Korkmazdım. Ağlamamak için kendimi oyalamaya kandırmaya çalışmazdım. Şimdilerde ağlayacağımı düşündüğüm şeylerden hızlıca kaçıyorum. Zamanla korkaklaşıyor muyum? Tembelleşiyor muyum ya da? Kabulleniyor muyum ya da olan biteni? Bu hallerimi -nasıl anlatsam- ilk gençlik zamanlarıma benzetiyorum biraz. Gülelim, eğlenelim, güzel vakit geçirelim diye her türlü kılığa, maskeye bürünebilirdim o zamanlar. Şimdi de öyle... Kabuk değiştiriyorum. Yine kabuk değiştiriyorum galiba. Sığamıyorum bir türlü taşıdığım şu deriye. Eski resimlere o yüzden bakamıyorum, dokunuyor bana, kalbim acıyor hissediyorum ama bir yandan da tam da eskisi gibi o en eskisi gibi görünmek, olmak istiyorum. Çok değişmedim oysa o zamandan bu zamana. Saçım, başım, boyum posum belli. Ama gözler... Gözlerim ele veriyor beni bence.

Kötü şeyler oldu. Kuşkusuz sadece bana değil, ait olduğum kuşağa, doğduğum büyüdüğüm eve, anılarımıza, çocukluğumuza çok kötü şeyler oldu. Geçenlerde ilk gençliğimde çok dinlediğim, dinlemekten eskittiğim Starsailor-Love is Here albümünü baştan sona dinledim yine. Değişik bir hüzün sardı beni. O albümü dinlemek benim için, ilk defa bir şeylere geç kalmamak gibi bir şeydi. Nasıl anlatsam bu hissi? Bence o albüm kendi düzleminde bir şaheserdi ve ben oradaydım. Sonradan öğrenmemiştim o albümü. Aradan geçmiş 20-30 yıllar 40-50 yıllar yoktu. İlk defa oradaydım. Ve bu varoluş son derece olağan son derece sıradandı. Bir zaman makinesine ihtiyacım yoktu. İşte indirgemeci ruhum 2000'lerin ve devamının vaadedeceklerini böyle sadece bir albümle sembolize etmişti. Ah o vaadedildiklerine inandıklarım... Ah onlar... Ah o olanlar...
Ama olanlar öyle olmadı. İşte ona hüzünlendim herhalde. Olanlar nasıl oldu da böyle oldu diye düşüncelere daldım. 2000'lerin vaadettikleri böyle olmamalıydı. Ben oradaydım. Ben geç kalmamıştım. Ben oradaydım.  Başka şeyler olmalıydı. Başka şeyler görmeliydik. Başka şeyler arzulamalıydık. Başka şeylere üzülmeliydik. Başka başka başka... Ve işte huzurlarınızda: İşi gücü bırakmış, "çalınmış" bir paralel/alternatif bugünün nostaljisini yaşıyorum.

Kimi suçlamalı? Kime kızmalı? Kimden öç almalı? Bir de bu çıktı başıma: intikam... Yaş aldıkça işler tersine dönmeye başladı bende. İçimdeki kin, öfke ve intikam duygularıyla barışmaya başladım. Onları oldukları gibi kabul etmeye ve onlara daha çok sahip çıkmaya başladım. Artık her şeyin bir karşılığı olduğunun farkındayım. Kimseye sadaka dağıtır gibi yüce gönüllük, merhamet dağıtmak istemiyorum artık.  Tek sözü kalmış hümanist öldü mü ne? Belki de insan olmayı öğrenmek böyle bir şey.

Her şeyden önce ve her şeyden sonra yanılmanın ve aydınlanmanın verdiği garip bir hazla gülümsüyorum. Galiba büyümek sandığımdan daha güzel, daha maceralıymış. Başrolünü üstlendiğim kendi senaryomda en olmadık ters köşeleri kendim yapıyorum.