7 Ocak 2012 Cumartesi

Gerçek distopya

Şu an Mohsen Namjoo'dan Alaki dinleyerek yazmaya başlıyorum bu yazıya. 2011 gerilerde kaldı. Bu bloga başladığımda takvimler 2008'den 2009'a devrilmişti. Ankara'daydım. Kafam insanla, insanı insan yapan değerlerle bir de ölümle meşguldü. Yakından tanımıyordum ölümü. Daha önce hiç sevdiğim, yakınen tanıdığım bir insanı kaybetmemiştim. Televizyondan yakınlarını kaybetmiş insanların tepkilerini gözlemlerdim kendimce. Ölümün sevdiklerimi bulmayacağı günleri düşünmeye gayret ederek... Ve kendimce bu blogu bir hümanist manifesto olarak tanımlamıştım. Hakkını veremedim. Zaten birçok şeyin hakkını veremem ben.
Neyse...
Bir şeyler oldu. Kötü şeyler, olmaya da devam ediyor.
Küçük, küçücük bir dünyam vardı. Kutu gibi ama bir o kadar güzel.
Allah kahretsin bu bunalımlı hallerimden nefret ediyorum hep güzel gözlerle bakmaya çalıştım hayata. İnadına güldüm.
Midem bulanıyor. Adına dünya diyorlar. Biliyorum. Yalnızlık ve bilhassa hüzün peşimi bırakmıyor.
Ve müthiş bir öfke var içimde. Uludere'de olanlar uykularımı kaçırıyor. İnsanlar Yılmaz Özdil yazılarından pay biçerken ben hep aynı şeyi düşünüyorum: Bu insanlar zalim olduklarının farkındalar mı? Kaç kişinin ölmesi gerek anlamaları için tüm bunların anlamsızlığını? Babaannemi kaybettim. Hayatım kaydı zannettim. O insanlar çocuklarını kaybettiler. Babalarını kaybettiler. Hayat arkadaşlarını kaybettiler. Siz neden bahsediyorsunuz? Siz kimsiniz? Nesiniz? Necisiniz? Hangi vahşi ormandan, hangi tabiattan türediniz? Kanınız donmaz mı? Canınız acımaz mı? Bir lanet çekip sarılıp ağlamaz mısınız? Kimsiniz siz? Neden?
Yoruldum.
Çok...
Bu dünya gerçek bir distopya.