14 Aralık 2014 Pazar

Kırmızıya ağıt

Bizi nerede görseniz, tanırsınız. Biz kırmızıyı terk edenleriz. 

....

Kırmızıyı terk ettik. Kırmızıyı istemedik. Kırmızıyı yasakladık. Kırmızıyı bir daha görmedik. Kırmızı engin denizlere yelken açtı. Maviliklerde kayboldu. Kırmızı gidilmez yolların yolcusu oldu. Kırmızı bir tren ıslığıyla çekti gitti.

Biz kırmızıyı istemedik. Kırmızı hep kırmızı kalırdı da biz kırmızı, kırmızı kalsın istemedik.

Kırmızı...

Kıpkırmızı...

Kan kırmızı...

Gittiğin yerlerden selam et!

Kırmızı, gittiğin yerlerde kırmızı kal!

Kırmızı, kıran zamanıydı. Bizi affet!

13 Temmuz 2014 Pazar

Can yeleği koltuğun altında değil!

Roma uçağını çağırıyorlar. O uçakta bana yer yok. Bize yer yok. Roma 2010'da bir yerlerde kaldı. Puslu, sarı bir öğleden sonrada. Bir daha gidebilir miyim Roma'ya? Bir kez daha... Kırılsın zaman, gitmeyeyim Lyon'a, Roma'ya gideyim.

Tek başıma yol almaktan yoruldum. Tek başıma uçaklara binmekten. Tek başıma havaalanlarında güvenlik kontrollerinden geçmekten. Tek başıma bir geceyarısı tren beklemekten. Tek başınalıktan yoruldum.

Ne fotoğraflar, ne de anılar derman. Boğazımda bir yumru var şimdi ve inmiyor. İnmeyecek de.

Roma'ya gidebilsem keşke... Her şeyin başladığı yere. Sırtımda 20 kiloluk sırt çantamla pembe başka bir valizi Tiburtina tren istasyonundan otobüs terminaline 40 derecelik güneş altında sürüklediğim o güne dönebilsem keşke...

L'Aquila'ya doğru yol alırken otobüste hop oturup hop kalksam aman ineceğim yeri kaçırmayayım diye telaşlansam sonra... Seyre dalsam dağları, ovaları, kiliseleri, yapıları, köprüleri... Önümde serili günlerin sabırsızlığıyla hayallere dalsam ve o hayalleri daha o dakika kurmamışım gibi hepsi hemen gerçek olsa keşke yeniden...

Bu göçebelikten yoruldum, üstüne göçmenlik mahvetti beni. Enlemde de boylamda da. Tükendim sanırım. Enlemde de boylamda da.

Ve hiç unutmadan hep tekrarlamalı: Can yeleği koltuğun altında değil!

6 Temmuz 2014 Pazar

tek bir vhs kasetle oradan oraya savruluyorum.

Ben bunu kitaplarda okurdum. Ben bunu filmlerde izlerdim. Ne ara benim hayatım "bu" oldu? Yine bir şehri geride bırakma vakti. Üstelik sevdiğim bir şehir dahi değil. Ama alışkanlıklar ve hiç olmayacak hesaplanmamış şeylerin bir araya gelmesi...

Hayatımı çok ciddiye aldığımı biliyorum. Oysa önemsiz birkaç gerçeklikten ibaret.

Son bir hafta en sevdiğim elbiselerimi giydim, en sevdiğim kokumu sürdüm, gözlerimden hiç eksilmeyecek hüznü göz kalemimle pekiştirdim. Ve daha birçok şey... Asla yapmam dediğim şeylerin birkaçını da yapmış olabilirim. İlk defa gamsız olmak istedim belki de... Madem dedim kendimden sürekli uzaklaşıyorum neden tüm bu çaba kendim olabilmek için. Olmadığım biri gibi davranmak belki daha kolaydır, çünkü tüm şartlar o şekilde olgunlaşmış, çünkü tüm insanlar bunun beklentisinde. Ben de zaman zaman peki dedim, mideme yeni sancılar ekledim. Tüm bunlar olurken babaanem rüyalarıma geldi.

Sevinç, hüzün, acı peşpeşe... Her seferinde kal, gitme demek istemek yersiz ama elden gelen hiçbir şey yokken elimde olan bu tek şeyden de vazgeçemem.

Kaybettiğim insanları istiyorum. Hepsini, tümünü. Geride kalan, üstüne başka anılar kaydedilen o eski anıları geri istiyorum. Çünkü yenilerinin üzerine de daha yeni anılar kaydetmem gerekecek. Bu hiç bitmeyecek. Hayat her anlamıyla dijitalleşse de anılar hala analog şekilde kaydediliyor. Tek bir VHS kasede kayıtlı sanki ömür. Habire üzerine çekip duruyoruz yeni anları. Temize çekmek diye bir şey yok! Eski anılar şeridin üstünde bir yerde bir cızırtı, ekranda izlediğinde anlık bir karıncalanma.

Tek bir VHS kasetle nasıl sürdürüyoruz ömrü? Nasıl?

Bir şehri geride bırakmak, üstelik çirkin sevmediğin bir şehri geride bırakmak sanılandan daha zormuş. Sevmediğim anlarını dahi özleyeceğimin farkına varmaksa en olmadık "plot twist" sanırım. Oysa Ankara'dan alışkındım. Ankara güzel bir şehir değildir elbet ama severdim ben her şeyiyle. Lanet ettiğim yanlarını bile aradan geçen zamanlar boyunca aradım durdum başka şehirlerde. Şimdi öyle değil ama... Şimdiki başka bir sıkıntı... Başka bir özlem... Başka bir endişe...

Veda etmeyi en iyi ben biliyorum sanırım. Hiçbir şey öğrenemediysem şu son birkaç senede hoşçakal demeyi öğrenmişimdir. Kimse hoşça kalmasa, kalamasa da...



6 Mayıs 2014 Salı

Cebime bir anahtar kaçtı.

Yağmur yağıyordu. Yürüyordum. Ellerim ceplerime gitti. Ellerimle bazen ne yapacağımı bilemem, nereye koysam yakışmaz. Ceplerimde dursun bari derim. Cebimde anahtarlarım... Anahtarlar geldi avuç içime. İstemsiz içlerinden birini yokladım. Küçük anlık bir kalp krizi sonra... Çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Panikle çıkardım anahtarları sol cebimden.

Yoktu.

Hıçkırarak baktım ellerimdeki anahtarlara...

Orada olmayan bir anahtar... Ahşaptan yapılma bir yuvaya giren, uzun, altın sarısı, eski püskü bir anahtar...

Kendisi bir evin kapısını günde en az bir kere açardı bir zamanlar eğer kapının arkasında tıpkısının aynısı bir örneği yoksa. O örneği ki evin diğer sahibesine aittir.

Takılı olduğu anahtarlıkta diğer anahtarların yanında hemen seçilir, çantamda kaybolsa şu an dahi parmak uçlarımda hissettiğim değişik dokusuyla kolayca bulunurdu. Arkadaşlar gördü mü "Bu ne böyle? Koçak malikanesinin anahtarı mı? Gizli zengin seni!!" derler, bıktırana kadar şakasını yaparlardı.

Yağmurlu bir akşamüstü, binlerce kilometre uzakta cebime girmişti işte yeniden. Bir anlığına da olsa...

Zihnimin benle oyun oynamasına alıştım ama ellerim... Ellerim benimle neden alay ediyor? Yorulmadılar mı hem sonra onlar da? Onca yoldan, yalnızlıktan, soğuktan sonra...

Ben, o anahtarın kapısını açtığı evden gideli çok oldu anahtarı ve daha birçok şeyi geride bırakarak. İkiz anahtarların diğerinin sahibi bu diyardan göçüp gideli çok oldu. Sonra başkaları geldi, oturdu o eve. Ve sonra öğrendim ki kilidini değiştirmişler evin. Hem eskiymiş, hem güvensiz...

O anahtar artık hiçbir kapıyı açmıyor.

15 Nisan 2014 Salı

Yaz tatilleri ve evler...

Eric, Cezayir'deki tatilinden döndü. Üç haftadır oradaydı. Eric, bir Fransız. Eşi Belçikalı. Munis, sempatik, zeki bir adam. Mutfakta konuşuyorduk. Matthieu geldi, sonra Gabriel. Eric'e tatili nasıldı sorduk. Anlattı biraz maceralı biraz egzotik biraz tehlikeli malum Cezayir hayli karışık bilhassa güneyde.
Sonra biri sordu: "Yaz tatili planları neler?" Biri geçen sene Portekiz'deydi o yüzden bu yaz belki İspanya. Bir diğeri Litvanya'da bir konferans var o tarafları hiç gezmedim ardından bir "road trip" fena olmaz. Bir diğeri Fas belki hem ucuz da. Ve bana geldi sıra. Eve giderim herhalde dedim. Eve...

Ev...

İki bilemedin üç haftalığına...

Diğerleri -yani burada tanıdıklarım çoğunlukla- tatil zamanı geldiğinde tatile gidiyorlar sahiden evlerini bırakarak. Bense eve gidiyorum her tatilde. Benim için tatil eve gidebilme lüksü.

İnsanın evini iki haftaya sığıştırması kolay değil. Tatillerim eve dönmek olduğundan beri zaman daha bir hızlı geçer oldu. Günler, haftalar elimden kayıp geçer oldu.

Hayatımda ilk kez bir uçağa halama giderken binmiştim. Sidney'e. Tam sekiz sene evvel. Ama sanki dün gibi. Aklım almıyor bu kadar çabuk geçmesini zamanın. Artık halam yok. Tam iki sene oldu. O halde onu kaybetmeden evvel onun evine altı sene önce gitmişim. Aptal bir ilkokul matematiği hesabı değil bahsettiğim. Onun Sidney'deki evine sadece bir kez gittim. Bir kez. Daha çok gideriz sanmıştım. Daha çok zamanımız olacak sanmıştım. O altı sene neden ve nasıl geçti? Rüyamda gördüm onu. Bana birtakım öğütler veriyordu yattığı yerden. Aynı pijama vardı üzerinde, aynı hırka ve saçları yoktu yine. En son nasıl gördüysem öyleydi işte. Zayıftı ve yorgundu.

Halam her dört senede bir geldiği Türkiye tatillerinde (tatil eve dönmektir işte) dönüş vakti yaklaşırken derdi ki bana, bize: "Sidney'e varana dek içim paramparça gidiyorum ama ne zaman varıyorum oraya orası da benim evim artık. Ailem, dost bildiklerim orada."
 
Öyle bir gitti ki ben onu hala orada yaşıyor sanıyorum. Sanki iki sene sonra bir yaz tatili için gelecek yine. Öyle bir gitti ki mezarını bile ziyaret edemedik. Evini, yurdunu geride bırakıp yeni bir ev inşaa etti elleriyle sıfırdan. Tatile diye geldiği çocukluğunun, gençliğinin evine bir hastalığın pençesinden kurtulmaya geldi ardından. Olmadı. Neden olmadı? Dişi, tırnağıyla kurduğu evine ölmeye gitti sonra. Hangisi gerçek eviydi?

Acaba hiç evi oldu mu?

8 Nisan 2014 Salı

ama ayak bastım oraya ve saplandı topuğum kilden toprağa...

Tüm şehirleri dağıttılar.

Herkes gitti.

Geride kalanların söyleyecek bir sözü yok. Geri kalanlar dilsiz, geri kalanlar yoksul, geri kalanlar öksüz... Geri kalanlar zamanı gelse de yok olsak der gibi...

Yitmeye bunca hevesli bir başka kalabalık görmemişsinizdir.

Ve sessizlik... Aklımdan çıkmayan o sessizlik...

Tüm şehir dağıtılmışken, tüm şehirler yağmalanmışken, her şeye hakim olan o kahrolası sessizlik... Aklımdan çıkmıyor.

Biz, onlar bizi öldürürken ne kadar da sessizdik.

Ölmeye, yitmeye nasıl da hevesliydik.


14 Mart 2014 Cuma

Kahramanlar da ölür, zaferler de kaybedilir.


Yoksul doğmadı insan
Doğamazdı
Bebekler bir gün katil olacaklarını bilemezdi
Yine de kapı eşiğine çökmüş adam bir akşamüstü
Aklında kendini asmanın telaşı
Ama yoksul doğmadı ki insan
Katil hele hiç
Düşündü adam
Hıdrellezi karşılamaya yakın
Yeni bir özdeyişin öznesi olarak:
Kahramanlar da ölür


Gün onların günü, zafer onların zaferi… Etrafımda hızla biriken coşkulu kalabalığa rağmen olduğum yere mıhlanmış, sessizce olup biteni izliyorum. Hayır, ağlamıyorum. Ağlayamıyorum, tüm bu olup bitenlerden sonra ağlayamıyorum. Kalabalık birikmeye, tutkuyla ilerlemeye devam ediyor. Elleri yumruk yumruk, tek bilek… Coşkulu nidalar yükseliyor alabildiğine. Kocaman bir karanlığın örttüğü bu kalabalık salyalarını akıta akıta zaferlerini kutluyor, bense bir köşede tek bir çıt bile çıkarmadan sadece izliyorum. Eskiden olsa diyorum. Eskiden olsa… Ama artık mecalim yok. Hem artık daha da kötüsü cesaretim yok. Bir uğultu yükseliyor. Bir alkış tufanı… Kalabalık kahramanlarını alkışlıyor. Hayır, onlar benim kahramanım değiller. Benim, bütün kahramanlarım öldüler. Evet, biliyorum: Kahramanlar da ölür.

Her şey hemen olmadı. Yavaş yavaş, alıştıra alıştıra girdiler kanımıza. Susmamamız gerektiğini biliyordum. Susmadık da inan olsun. Ama susturulmanın, hem de böylesi susturulmanın keskin bir sarhoşluğu var. Hani sarhoşken, kafası dumanlıyken insan olur olmadık yerlere çarpıp incittiğinde canını, örselediğinde etini acısı ayıklıkla beraber gelir ya. Bizlerinki de öyle oldu. Ayılınca birden bire omuzlarımıza yüklenmiş bin bir acıyla bulduk kendimizi.

İlk sokakta oldu. Yürüyordum. Saç diplerim korkunç bir acıyla bin yıllık uykusundan uyandı. Karanlık bir el saçlarımdan yakaladı beni. Başım aşağı yukarı saçlarımla sarsılırken ve omuzlarımdan düşen bedenim yerlerde sürünürken artık taraf olduğumuzu biliyordum. Biz ve onlar vardı artık. Biz ve onlar taraftık artık.

Yerde boylu boyunca uzanan bu beden benim bedenim mi diye düşündüm uzunca bir süre. Mideme hafif aralıklarla inen tekmeleri kafamda bir sistematiğe oturtmaya çalıştım sonra. Saat sesi ya da bir kalp atışı gibi… Bir darbe daha… Kısa bir sessizlik ve bir tane daha… Saçlarımda usulca akan sıcaklığı hissettim. Kaldırımda sessizce mazgallara doğru akan bu kan benim kanım mıydı? O bile yolunu bulurken nasıl olurdu da yolundan şaşabilenler olurdu. Gözlerim kararırken ve artık mideme inen tekmeleri saymayı bırakmak üzereyken kahramanlarımla tanıştım. Onlar da taraftılar. Taraf olmak zorundaydılar.

Sloganları gayet net duyuyorum. Dün neydilerse bugün de öyleler. Azgınlara, yolundan şaşmışlara gerekeni yaptık diyorlar. Yaptılar da inan olsun. Dün yapacağız diyorlardı yaptılar da inan olsun. Artık bir yol, umuda giden bir yol yok. Ama iyi tarafından da bakmak gerek. Artık ya zafer onların olursa endişesi de yok. Artık her şey neticelendi. Artık her şey aydınlandı. Önümde bir grup çocuk, gözlerinde nedenini bilmedikleri bir nefret… “Bir ideali yıkmak isterlerse önce çocukları öldürürler.” demişti kahramanım. “Çünkü çocuklar en hayalperest olanlardır. Çünkü çocuklar en cesur olanlardır.” Anladım ki çocukları sadece öldürmekle kalmıyorlar, onların ruhlarını da esir alıyorlar. Hani, ne yaşanmıştı kitapta. Adam, düzene karşı çıkar. Düzenin değişmeyeceğini bile bile üstelik... Sırf karşı çıkabilme ihtimaline inanabilme uğruna, sırf o ona öğretilmeyen başka bir düzen olabileceği ihtimaline inanabilme uğruna… Ama umut bir kere terk ettiyse evrenini terk etmiştir. Nitekim öyle de oldu mu insan kendini bir kestane ağacının altında sadece düzenin bir çarklısı olarak bulmakla kalmaz, düzeni severken de bulur. Belki de düzenin sana yapabileceği en büyük kötülük de budur.
Ama çocuklar, ama onlar sadece çocuklar…

Beni iteklemiyorlar, beni yerlerde sürüklemiyorlar. Taşlarıyla sopalarıyla üstüme yürümüyorlar. Artık o devreler geçti. Artık beni önemsemiyorlar. Artık bizim bir şeyler değiştirebileceğimize kanaat getirmiyorlar.

Bir garip kalp ağrısı şimdi geriye kalan… Her hatırlayınca içimde çöreklenen bir garip sızı… Kahramanlarımın beni baygın yattığım kaldırım taşından kucakladıklarında midemin orta yerinde hissettiğim ağrılardan değil bu ağrı. Bir garip kalp ağrısı işte… Kahramanlarım yitip gitmişken ben tüm bu yenilginin hayal kırıklığını yaşamak zorundayım. Her sabah yatağımdan doğrulduğumda tüm kahramanlarımın ölmüş olduğunu hatırlayıp, tüm ideallerimizin yıkılmış olduğu gerçeğini anımsayıp olduğum yere yığılmalıyım.

Ayıldığımda gözlerini gördüm kahramanımın. Bu gözler asla yanılmaz dedim. Bu gözler asla yenilmez. Burnumun ucunda keskin bir zift kokusu, damaklarımda patlayan dudağımın kanı onun gözlerini görünce tüm acımı unuttum. Bir yarın olduğuna inandım. Damarlarımda davanın aktığını hissettim.

O gece… O geceden bahsetmek istemiyorum aslında. Hayallerimize ve gençliğimize balyoz gibi inen o gecede beni nasıl sağ bıraktılar bilmiyorum. Bildiğim tek şey, o küçük odada tüm insanlık suçları birbirini kovalarken odada bulunan o diğer kişinin ellerinde kan vardı. Benim kanım, kahramanlarımın kanı, tanımadığım, tanıyamadığım, hiç tanıyamayacağım insanların kanı…
“Ellerinde kan var.”diyorum. Ense köküme derin bir sancı iniyor. “Ellerinde kan var” Yere doğru kapaklanıyorum. Suratımda betonun keskin soğukluğu… Ama hala “Ellerinde kan var.” Şakaklarımda patlamayı bekleyen namlunun sessizliği… Yine de “Ellerinde kan var. Kokusu asla çıkmaz.” Beni nasıl sağ bıraktılar bilmiyorum.

Kutlamalar devam ediyor. O gecenin canlandırması, bir müsamere… Ön saflarda çocuklar. Yüzlerinde heyecanla karışık bir haz duygusu… Midem bulanıyor. Renk vermiyorum ama.
Kahramanlarının dillerinde şehitlerine methiyeler… Galiba kalbimin orta yerine sonsuza değin mıhlanmış o düğüm yukarılara doğru yol alıyor, kaşlarımın ortasında bir yerde göz pınarlarımı buluyor. Koyuversem gözyaşlarımı bir şey olmaz. Başka ağlayanlar da var nasıl olsa. Onlar kendi şehitlerine ağlıyorlar. Ben kahramanlarıma, ideallerime, hayallerime, yenilgime, hayal kırıklıklarıma, onların zaferine ağlıyorum. Beni neden sağ bıraktılar? Gösteri devam ediyor. İstikamet şehitlikler… Onların şehitlikleri, bizlerinse toplu mezarları var. Beni neden sağ bıraktılar? Şakağımda namluyu hissettim, bir kere kan gördüm. Beni neden sağ bıraktılar?

Kahramanımın gözleri asla yanılmaz, asla yenilmez. O küçük odadan, sırayla herkesin o küçük odaya alınmayı beklediği soğuk, endişenin ter kokusuna karıştığı o izbeye doğru sürüklenirken duyduklarımı duymazlıktan geldim. İnsanlık suçları birbiriyle yarışıyordu. Sürgü kapının dışından sürüldüğünde odaya hâkim o sessizlik canımı sıktı. Çok geçmeden kahramanımın gözlerini gördüm. Kana bulanmış yüzünde korkudan eser olmayan tek yerdi. Onun gözleri asla yanılmaz, asla yenilmez. Feri sönmüş dahi olsa. Kapatmaya kıyamadım. Baksın istedim. Her şey bitmiş olsa da görsün istedim. Gözü arkada kalmasın istedim.

Kalabalık yavaştan dağılıyor. Bugünlük gösteri yeter. Eve giden yolumda eski birkaç anıyı kurcalıyorum. Dudaklarıma bir gülümseme yerleşiyor. Gökyüzünde her şeye inat bir kızıllık... Bir an için unutsam tüm o diğer olanları bu birkaç anıyla evin yolunu gözüm kapalı bulurum. Yüreğime umudu yeniden sokar, sokakta çocuklarla şakalaşır, evde kitapların arasına gömülür, toplanma saatinin yaklaşmasına yakın çayı demler, kapı zilinin çalmasını beklerim. Dar sokakları arşınlarken kahramanlarımla hararetli hararetli tartışır, başımıza geçen Cuma yediğimiz o okkalı sopayı bile gülerek anlatabilirim. Sokakta yediğim o ilk dayağın acısını bile unutabilirim. Çünkü benim kahramanımın gözleri asla yanılmaz, onun gözleri asla yenilmez. Feri sönmüş dahi olsa… Ama bir dakika… Gün onların günü değil mi? Zafer onların zaferi, devrim onların devrimi…

Not: 2009'da yazdığım küçük bir hikayedir bu. 

1 Şubat 2014 Cumartesi

Varlığım bileklerimde

Bazen düşünüyorum da bu evren ben acı çekeyim diye kurulmuş olmalı.

Kocaman, koskocaman hayal kırıklıklarım var. Taşıyamayacağım kadar çoklar. Sırtımdalar.
Az önce banyoda kendimi öldürmek geçti aklımdan. Sağ bileğimde bir sancı var kaç gündür. Acaba kesilmemiş bilekler acır mı böyle? Geçen aklımdan lambaya bakarken bir halat bağlasam ağırlığımı çeker mi sorusu geçti.

Varlığımı ortadan kaldırmak bile benim sorumluluğum. 30'larımı göremeyeceğim sanırım.

Bu hayat bir ödül değil, bir ceza. Hepimizin cezası. Çekmekle yükümlüyüz.

Acınası varlıklarımızı sonlandırmak için yapabileceğimiz başka hiçbir şey yok ölmekten başka.

Her şeyi tek başıma yapmak zorundayım. Her şeyi... Kaybetttiğimi buradan anlıyorum.
 Varlığımı dahi kendim sonlandırmalıyım. Onda bile yalnızım.

Karnım tok, sırtım pek, ayaklarım çoraplı, saçlarım temiz ve pak. İşte bu bedeni hayatta tutmak benim görevim. Bu bedenden kurtulmak da öyle olmalı.
Oysa bana ait değil ki bu beden. Hiç benim olmadı ki... Neden tüm sorumluluğunu ben taşımak zorundayım?

Benim olsa, parmaklarım şu an önümde duran piyanoyu ikiletmeden çalardı. Parmaklarımın tek yapabileceği manasız bu satırları yazmak... Ve bileğim, bileklerim kesilmeleri gereken yerden sancıyarak bana sorumluluğumu mütemadiyen hatırlatmakta. Ve herkes gitti. İnan bana, herkes gitti. Bir başımayım, her şeyden sonra. Yanımda sarılabileceğim tek bir kişi yok. Günler birbirlerini kovalıyor. Birbirimize yaklaşacağımızı sandığımız o geçen günler bizi birbirimizden hızla uzaklaştırıyor. Herkes gitti. Diyebileceğim tek şey bu. Herkes gitti.

Üstümde aynı boktan kotum ve giyilmekten eğrimiş yün kazağım var. Mevsim kış. Mevsim bundan sonra hep kış.

Yapılacak binlerece iş var. Binlerce ve her biri bine katlamakta benim ölüm arzumu. Örneğin, bulaşıklar. Bulaşıkları yıkamamak için ölebilirim.

Elimdeki kalem bileğime isyan edemiyor. Kalemin hissedebileceği hiçbr duygu yok.

Ve bir saat beş dakika içinde geçiyor. Bir gün göz açıp kapamışçasına...

Giderek uzaklaşıyoruz birbirimizden. Aynı zaman diliminde değiliz ki biz.