“Mukadderat”
dedi elleri cebindeki patronu. Mukadderat… Ağzından çıkacak bir
sonraki sözü bekledi: “Allah, taksiratını affetsin.” “Evet,
bildim.” dedi içinden. Sol elini tek yumruk yapıp yukarı
fırtlatmak, bildiğini tüm bilgiçliğiyle göstermek istedi. İzin
vermezlerdi. Sadece gözlerini hafifçe kapatıp belli belirsiz
gülümsemekle yetindi. Aslında timsah yürüyüşü de yapabilirdi.
Ancak elbette ki yeri değildi. Timsah gözyaşlarının olsa belki…
Şimdi tek bir “İşte, hayat!” cümlesi kuracaktı biri.
Etrafına bakındı, hangisi diyebilirdi? Köşedeki kıpkırmızı
rujuyla yaldır yaldır parlayan sekreterden geleceğini düşündü
önce. Gözlerinin içine içine baktı, “Hadi de” dercesine.
Sekreter omuz silkmedi, ama silkmesine ramak kalmıştı sanki.
Hissedebiliyordu. Yine de yanıldı. Beklenen cümle gelmedi
kimseden.
Ulan herif
ölmüş be! Ne mukadderatı? Ne taksiratı? Biz şimdi kıçımızın
üstünde otururken, azcık daha ısınsın diye ellerimizi apış
aramıza sokuştururken herif morgun tekinde buz gibi soğukta öyle
yatıyor.
“Daha
beteri var.” dedi içinden. Daha beteri de var. Kanı çekilmiş,
dövüle dövüle, delik deşik edile edile hissizleşerek ölümle
tanışmış bedeni daha rahat çürüsün, kurda, kuşa, solucana,
karıncaya, envai çeşit haşerata daha rahat yem ölsün diye
toprağa gömülecek daha.
“Topraktan
geldik, toprağa gideceğiz.”
Ah
şunlardan biri dese de ağzının ortasına zevkle çaksam. Ya da
yaka paça sürüklesem Evren için kazılacak mezarın başına, gir
lan desem içine. Gir, toprağa gidiyorsun işte. Bekleme ölmeyi.
Diri diri git toprağa.
Düşüncelerini
kapının bir hışım açılması böldü, topukluların sesi
koridora doluştu. Soluk soluğa gözükmeyen Sinem Hanım’dan her
nasılsa soluk soluğa kalınmış cümleler döküldü: “Dün gece
aldım haberi. Aklım almıyor. Korkunç.”
Aklınız
alıyor bacım, aklınız gayet de alıyor yemeyin bizi. Sesinizi
titretmeniz nafile. Baksanıza her zamanki gibi 20 dakika geç
kaldınız işe. Baksanıza rujunuzu ne kadar da muntazam
sürmüşsünüz, tek bir taşırma dahi yok. Baksanıza elinizde
aşağıdaki kahveciden alınmış alırken “Her zamankinden”
dediğiniz favori kahveniz var. Şimdi oturunuz yerinize, açınız
laptopınızı ve işinize koyulunuz. İstirham ediyorum, üzerinize
on numara büyük gelen laflar etmeyiniz.
Midesi
bulanmaya başladı. Elinden gelse oracıkta tüm yaşadıklarını
kusardı, sondan başlayarak. En son ne koyduysa midesine önce onu
çıkarırdı. Bu sabah hiçbir şey yemeden kendini şirkete
attığından önce dün akşam iş yemeğinde yediği boktan
tortellini, ardından tarife raporları, ortakların salak saçma
esprileri, sektörle başlayan cümleler… İş yemeğinin
ortalarında bir yerde de telefonla merhumun merhum olma haberi
gelmişti. Tam olarak yemeğin neresinde gelmişti hatırlamıyordu
çünkü her zamanki gibi şarabı fazla kaçırmıştı (şarap
kaliteliydi baba) ama telefonun ardından yemeğe küçük bir es
verildiğini ardından sektörle ilgili cümlelerin kurulmaya devam
edildiğini anımsıyordu. İşte bu yüzden o telefon konuşmasını
sıralamanın neresinde kusacağını kestiremiyordu.
Masasındaki
dosyalardan birini gelişigüzel alıp arkasına yaslandı. Okuyormuş
gibi yapmaya başladı. Böylece deneklerinin tepkilerini ölçecekti.
Her biri her zamanki gibi yaşamaya devam edecekti biliyordu ama ne
zaman başlayacaklardı devam etmeye? Ne de olsa her biri ‘hayatının
geri kalan kısmı bugün başlıyor’ sığlığında anı
yaşadığını sanan ama bir bok yaşamayan insanlardı.
İlk hamle
sekreterden geldi. Bingo! “Müdürüm, bu arada, toplantınız
yarına alındı.” ‘Bu arada’… Daha yüksek… ‘Bu arada’…
O ‘bu arada’da adam öldü lan. İki buçuk sene birlikte
çalıştığınız adam öldü. Hadi iki seneyi geçtim, o buçuk
senenin de mi hiç hatırı yok? Bu kadar kolay ve olağan mı ölüm?
“Doğum
nasıl hayata dairse ölüm de hayata dair”
Birilerinin
demesi gerekti bunu. Ölümü bunca sıradanlaştırırlarken bu lafı
ıskalamaları kabul göremezdi. Ölüm hayata dair miydi sahiden?
Ofistekilere okuyor numarası yaptığı dosyanın üzerinden göz
ucuyla baktı. Bir gün bu insanların her biri ölecek. Ben de
öleceğim. İşte kaçınılmaz olan, ıskalanamayan bu. Patronuna,
sekretere, mesai arkadaşlarına, geciken Sinem Hanım’a karşı
sabahtan beri kabaran öfkesinin dindiğini hissetti. Acımayla
karışık bir hüzün birikmeye başladı içinde. Bir an onların
rutinlerine dönmekteki bu ısrarcılığı, ona onların da birer
ölümlü olduğunu unutturmuştu. Zamanı gelecek birileri de onlar
için taksiratları affedilsin diyecekti. Acaba kendisi için kim
diyecekti? Her birinin ölümünü içinde hissettiğini düşündü.
Her birinin tabutunun ağırlığını omuzlarındaydı sanki. Bir
gün biz, hepimiz öleceğiz ve bu masalarda başkaları olacak. Şu
camlı bölmede başka biri müdür olacak ama yine aynı sektör
cümlelerini kuracak. Sektör hepimizden uzun yaşayacak. Ne tuhaf…
Bu yabancılaşma ve acıma hissi daha da devam edebilirdi ancak ne
yazık ki e-mail kutusuna patronundan geleceğin muhtemel bir forward
e-maili düştü. Klişe timi artık dalsın şu kapıdan. Yalvarırım
dalsın. Saatine baktı. Bir saate sekreterle Deniz Hanım sigara
molası vermeye aşağı iner. Bir buçuk saate Gülden Hanım evi
arayıp kızının bakıcısından gerekli havadisleri alır ve her
günün mutlak repliğini tekrarlar: “Biz de n’apalım?
Koşuşturmaca. Bir yaramazlık yok.” Ama bir dakika, bugün
muhtemelen bir cümle fazladan girecekti Gülden Hanım’ın
dudaklarına. “Ama biliyorsun Evren’i kaybettik. Haliyle çok
üzgünüz.” İki cümle mi etti? Her ne zıkkımsa… Bir ya da
iki, o cümlelerden birine Evren’in kaybedildiği gerçeği
sığacaktı işte. Bir ömür yaşıyordun, ama ölümün bir
cümleye sığabiliyordu. Ölüm hayata dair olabilir miydi hiç?
Patronun
sesi duyuldu günlük gazetelerin arasından. Ekonomi sayfasından
sesleniyordu sekreterine: “Toplantı yarın kaça alınmış?
Cenazeden önce mi, sonra mı olur?” Hah, bir de cenaze faslı
vardı değil mi? Önce veya sonra aslında toplantı değil cenaze
hayatın bir yerlerine sokuşturulacaktı. Ama hala tüm bunlara
rağmen ölüm hayata dairdi bazıları için.
Üstelik
tüm bu aymazlıkların içinde akşama yetiştirmesi gereken bir
rapor vardı. “Hayat bekler, rapor beklemez” derdi Evren muzipçe
başını tüm gününü birlikte geçirdiği bilgisayardan
kaldırabileceği en küçük bir dinlenme anı bulabildiğinde.
Raporunun hakkını verdin, ya hayatının…
Tekrar
saatine baktı. Günlük toplantı saatine 5 dakika vardı. Sunması
gereken mutabakat rakamlarını hazır etmesi gerekti. Masasına
bakındı, çekmecelerini açtı kapadı. Sandalyesini geri ittirerek
biraz uzaktan baktı masasına. Keşke tüm her şeye böyle uzaktan
bakabilseydi. Bazı şeyler çok yakınında cereyan ediyordu. Ama
mutabakat dosyasının ne cehennemde olduğu belli değildi. Tam
“Mutabakat dosyası nerede? Gördünüz mü?” diye soracakken
vazgeçti. Anımsamıştı. Yerinden kalkıp Evren’in masasına
yöneldiğinde patronu “Arkadaşlar, staff meeting.” diyerek
toplantı vaktinin yaklaştığını buyurdu. Sektörle başlayan
herhangi bir cümle duymazdan evvel dosya elinde tekrar masasına
döndü. Son bir kez e-maillerini kontrol ederken gözlerine İnsan
Kaynakları’ndan peş peşe gelen iki e-mail takıldı. Biri
elbette ki Evren’in vefat/baş sağlığı/cenaze haberiydi. Bir
diğerini okuyamadan, okumasına gerek kalmadan sekreterin sesini
duydu: “Canan Hanım doğurmuş.” Sinem Hanım tek bir “Ay”
ile yetinirken Gülden Hanım belki de anne olmanın getirdiği
duygusallıkla “Diğer e-maili de gördünüz mü? Doğum nasıl
hayata dairse ölüm de hayata dair işte.” diyerek iç çekti.
Alaycı bir gülümsemenin dudaklarına yerleştiğini hissetti.
Hayata dair mi bilmem ama İnsan Kaynaklarına dair olduğu kesin.
Camlı bölmeden tarafa baktı patronun tepkisini görebilmek için,
telefondaydı. Sekreter çoktan diğer e-maillere gömülmüşken
Gülden Hanım elinde evraklarla müdürün odasına gitmek üzere
ayaklanmıştı bile. Sinem Hanım yazıcıdan çıktı, Deniz Hanım
makineden kahve almakla meşguldü. Sahi kahveyi kim hazırlamıştı?
Evren yapardı hâlbuki hep. Ne çabuk! Alaycı gülümsemesi
silinirken, yüreğine yeniden sektörden önce öleceği fikri taş
gibi otururken, Evren’in boş sandalyesine bakarak, sesin kendinden
çıktığına inanamayarak “İşte, hayat” dedi. Beklenen cümle
sonunda gelmişti.