30 Eylül 2017 Cumartesi

Bir sıradan Çarşamba günü

bugün eski bir hikayem aklıma düştü bu yağmurlu pek de hoş olmayan cumartesi akşamında.

“Mukadderat” dedi elleri cebindeki patronu. Mukadderat… Ağzından çıkacak bir sonraki sözü bekledi: “Allah, taksiratını affetsin.” “Evet, bildim.” dedi içinden. Sol elini tek yumruk yapıp yukarı fırtlatmak, bildiğini tüm bilgiçliğiyle göstermek istedi. İzin vermezlerdi. Sadece gözlerini hafifçe kapatıp belli belirsiz gülümsemekle yetindi. Aslında timsah yürüyüşü de yapabilirdi. Ancak elbette ki yeri değildi. Timsah gözyaşlarının olsa belki… Şimdi tek bir “İşte, hayat!” cümlesi kuracaktı biri. Etrafına bakındı, hangisi diyebilirdi? Köşedeki kıpkırmızı rujuyla yaldır yaldır parlayan sekreterden geleceğini düşündü önce. Gözlerinin içine içine baktı, “Hadi de” dercesine. Sekreter omuz silkmedi, ama silkmesine ramak kalmıştı sanki. Hissedebiliyordu. Yine de yanıldı. Beklenen cümle gelmedi kimseden.

Ulan herif ölmüş be! Ne mukadderatı? Ne taksiratı? Biz şimdi kıçımızın üstünde otururken, azcık daha ısınsın diye ellerimizi apış aramıza sokuştururken herif morgun tekinde buz gibi soğukta öyle yatıyor.
“Daha beteri var.” dedi içinden. Daha beteri de var. Kanı çekilmiş, dövüle dövüle, delik deşik edile edile hissizleşerek ölümle tanışmış bedeni daha rahat çürüsün, kurda, kuşa, solucana, karıncaya, envai çeşit haşerata daha rahat yem ölsün diye toprağa gömülecek daha.

“Topraktan geldik, toprağa gideceğiz.”

Ah şunlardan biri dese de ağzının ortasına zevkle çaksam. Ya da yaka paça sürüklesem Evren için kazılacak mezarın başına, gir lan desem içine. Gir, toprağa gidiyorsun işte. Bekleme ölmeyi. Diri diri git toprağa.

Düşüncelerini kapının bir hışım açılması böldü, topukluların sesi koridora doluştu. Soluk soluğa gözükmeyen Sinem Hanım’dan her nasılsa soluk soluğa kalınmış cümleler döküldü: “Dün gece aldım haberi. Aklım almıyor. Korkunç.”

Aklınız alıyor bacım, aklınız gayet de alıyor yemeyin bizi. Sesinizi titretmeniz nafile. Baksanıza her zamanki gibi 20 dakika geç kaldınız işe. Baksanıza rujunuzu ne kadar da muntazam sürmüşsünüz, tek bir taşırma dahi yok. Baksanıza elinizde aşağıdaki kahveciden alınmış alırken “Her zamankinden” dediğiniz favori kahveniz var. Şimdi oturunuz yerinize, açınız laptopınızı ve işinize koyulunuz. İstirham ediyorum, üzerinize on numara büyük gelen laflar etmeyiniz.

Midesi bulanmaya başladı. Elinden gelse oracıkta tüm yaşadıklarını kusardı, sondan başlayarak. En son ne koyduysa midesine önce onu çıkarırdı. Bu sabah hiçbir şey yemeden kendini şirkete attığından önce dün akşam iş yemeğinde yediği boktan tortellini, ardından tarife raporları, ortakların salak saçma esprileri, sektörle başlayan cümleler… İş yemeğinin ortalarında bir yerde de telefonla merhumun merhum olma haberi gelmişti. Tam olarak yemeğin neresinde gelmişti hatırlamıyordu çünkü her zamanki gibi şarabı fazla kaçırmıştı (şarap kaliteliydi baba) ama telefonun ardından yemeğe küçük bir es verildiğini ardından sektörle ilgili cümlelerin kurulmaya devam edildiğini anımsıyordu. İşte bu yüzden o telefon konuşmasını sıralamanın neresinde kusacağını kestiremiyordu.

Masasındaki dosyalardan birini gelişigüzel alıp arkasına yaslandı. Okuyormuş gibi yapmaya başladı. Böylece deneklerinin tepkilerini ölçecekti. Her biri her zamanki gibi yaşamaya devam edecekti biliyordu ama ne zaman başlayacaklardı devam etmeye? Ne de olsa her biri ‘hayatının geri kalan kısmı bugün başlıyor’ sığlığında anı yaşadığını sanan ama bir bok yaşamayan insanlardı.

İlk hamle sekreterden geldi. Bingo! “Müdürüm, bu arada, toplantınız yarına alındı.” ‘Bu arada’… Daha yüksek… ‘Bu arada’… O ‘bu arada’da adam öldü lan. İki buçuk sene birlikte çalıştığınız adam öldü. Hadi iki seneyi geçtim, o buçuk senenin de mi hiç hatırı yok? Bu kadar kolay ve olağan mı ölüm?

“Doğum nasıl hayata dairse ölüm de hayata dair”

Birilerinin demesi gerekti bunu. Ölümü bunca sıradanlaştırırlarken bu lafı ıskalamaları kabul göremezdi. Ölüm hayata dair miydi sahiden? Ofistekilere okuyor numarası yaptığı dosyanın üzerinden göz ucuyla baktı. Bir gün bu insanların her biri ölecek. Ben de öleceğim. İşte kaçınılmaz olan, ıskalanamayan bu. Patronuna, sekretere, mesai arkadaşlarına, geciken Sinem Hanım’a karşı sabahtan beri kabaran öfkesinin dindiğini hissetti. Acımayla karışık bir hüzün birikmeye başladı içinde. Bir an onların rutinlerine dönmekteki bu ısrarcılığı, ona onların da birer ölümlü olduğunu unutturmuştu. Zamanı gelecek birileri de onlar için taksiratları affedilsin diyecekti. Acaba kendisi için kim diyecekti? Her birinin ölümünü içinde hissettiğini düşündü. Her birinin tabutunun ağırlığını omuzlarındaydı sanki. Bir gün biz, hepimiz öleceğiz ve bu masalarda başkaları olacak. Şu camlı bölmede başka biri müdür olacak ama yine aynı sektör cümlelerini kuracak. Sektör hepimizden uzun yaşayacak. Ne tuhaf… Bu yabancılaşma ve acıma hissi daha da devam edebilirdi ancak ne yazık ki e-mail kutusuna patronundan geleceğin muhtemel bir forward e-maili düştü. Klişe timi artık dalsın şu kapıdan. Yalvarırım dalsın. Saatine baktı. Bir saate sekreterle Deniz Hanım sigara molası vermeye aşağı iner. Bir buçuk saate Gülden Hanım evi arayıp kızının bakıcısından gerekli havadisleri alır ve her günün mutlak repliğini tekrarlar: “Biz de n’apalım? Koşuşturmaca. Bir yaramazlık yok.” Ama bir dakika, bugün muhtemelen bir cümle fazladan girecekti Gülden Hanım’ın dudaklarına. “Ama biliyorsun Evren’i kaybettik. Haliyle çok üzgünüz.” İki cümle mi etti? Her ne zıkkımsa… Bir ya da iki, o cümlelerden birine Evren’in kaybedildiği gerçeği sığacaktı işte. Bir ömür yaşıyordun, ama ölümün bir cümleye sığabiliyordu. Ölüm hayata dair olabilir miydi hiç?

Patronun sesi duyuldu günlük gazetelerin arasından. Ekonomi sayfasından sesleniyordu sekreterine: “Toplantı yarın kaça alınmış? Cenazeden önce mi, sonra mı olur?” Hah, bir de cenaze faslı vardı değil mi? Önce veya sonra aslında toplantı değil cenaze hayatın bir yerlerine sokuşturulacaktı. Ama hala tüm bunlara rağmen ölüm hayata dairdi bazıları için.

Üstelik tüm bu aymazlıkların içinde akşama yetiştirmesi gereken bir rapor vardı. “Hayat bekler, rapor beklemez” derdi Evren muzipçe başını tüm gününü birlikte geçirdiği bilgisayardan kaldırabileceği en küçük bir dinlenme anı bulabildiğinde. Raporunun hakkını verdin, ya hayatının…

Tekrar saatine baktı. Günlük toplantı saatine 5 dakika vardı. Sunması gereken mutabakat rakamlarını hazır etmesi gerekti. Masasına bakındı, çekmecelerini açtı kapadı. Sandalyesini geri ittirerek biraz uzaktan baktı masasına. Keşke tüm her şeye böyle uzaktan bakabilseydi. Bazı şeyler çok yakınında cereyan ediyordu. Ama mutabakat dosyasının ne cehennemde olduğu belli değildi. Tam “Mutabakat dosyası nerede? Gördünüz mü?” diye soracakken vazgeçti. Anımsamıştı. Yerinden kalkıp Evren’in masasına yöneldiğinde patronu “Arkadaşlar, staff meeting.” diyerek toplantı vaktinin yaklaştığını buyurdu. Sektörle başlayan herhangi bir cümle duymazdan evvel dosya elinde tekrar masasına döndü. Son bir kez e-maillerini kontrol ederken gözlerine İnsan Kaynakları’ndan peş peşe gelen iki e-mail takıldı. Biri elbette ki Evren’in vefat/baş sağlığı/cenaze haberiydi. Bir diğerini okuyamadan, okumasına gerek kalmadan sekreterin sesini duydu: “Canan Hanım doğurmuş.” Sinem Hanım tek bir “Ay” ile yetinirken Gülden Hanım belki de anne olmanın getirdiği duygusallıkla “Diğer e-maili de gördünüz mü? Doğum nasıl hayata dairse ölüm de hayata dair işte.” diyerek iç çekti. Alaycı bir gülümsemenin dudaklarına yerleştiğini hissetti. Hayata dair mi bilmem ama İnsan Kaynaklarına dair olduğu kesin. Camlı bölmeden tarafa baktı patronun tepkisini görebilmek için, telefondaydı. Sekreter çoktan diğer e-maillere gömülmüşken Gülden Hanım elinde evraklarla müdürün odasına gitmek üzere ayaklanmıştı bile. Sinem Hanım yazıcıdan çıktı, Deniz Hanım makineden kahve almakla meşguldü. Sahi kahveyi kim hazırlamıştı? Evren yapardı hâlbuki hep. Ne çabuk! Alaycı gülümsemesi silinirken, yüreğine yeniden sektörden önce öleceği fikri taş gibi otururken, Evren’in boş sandalyesine bakarak, sesin kendinden çıktığına inanamayarak “İşte, hayat” dedi. Beklenen cümle sonunda gelmişti.

21 Mart 2017 Salı

yaşarken... büyürken... yaş alırken...

Geç bir ergenlik krizinden bildiriyorum. Kuşkusuz en iyi bildiğim şeylerden biri de hep bir şekilde bir şeylere geç kalmaktır. Benim olgunluk sandığım dönemlerim çocukluk sanrılarımmış. Krizin aslıyla yüzyüze gelince tepetaklak oldum. Uzun süre yazmadım, yazamadım. Bugün de niye yazıyorum bilmiyorum açıkçası. Eski yazdıklarımı okuyorum son iki gündür. Hala yakın hissediyorum o kelimeleri seçip eğip büken cümlelerin içine sıkıştıran kıza ama sanki aradan yüzyıllar geçmiş gibi.

Bazen hayatımı sanki yaşamış da bitirmiş gibi hissediyorum. Parmak hesabı yapınca insanın küçük çapta bir kalp krizi geçirmemesi imkansız gibi zaten. Oysa çok saçma, çok ahmakça. Bundan on sene sonra tam da bugünü düşünüp pişman olacağıma akılsızlık etmişim diyeceğime eminim ama heyhat hep aynı örüntüyü takip etmek mecburiyetindeyim sanki.

Eskiden ağlamaktan kaçmazdım. Korkmazdım. Ağlamamak için kendimi oyalamaya kandırmaya çalışmazdım. Şimdilerde ağlayacağımı düşündüğüm şeylerden hızlıca kaçıyorum. Zamanla korkaklaşıyor muyum? Tembelleşiyor muyum ya da? Kabulleniyor muyum ya da olan biteni? Bu hallerimi -nasıl anlatsam- ilk gençlik zamanlarıma benzetiyorum biraz. Gülelim, eğlenelim, güzel vakit geçirelim diye her türlü kılığa, maskeye bürünebilirdim o zamanlar. Şimdi de öyle... Kabuk değiştiriyorum. Yine kabuk değiştiriyorum galiba. Sığamıyorum bir türlü taşıdığım şu deriye. Eski resimlere o yüzden bakamıyorum, dokunuyor bana, kalbim acıyor hissediyorum ama bir yandan da tam da eskisi gibi o en eskisi gibi görünmek, olmak istiyorum. Çok değişmedim oysa o zamandan bu zamana. Saçım, başım, boyum posum belli. Ama gözler... Gözlerim ele veriyor beni bence.

Kötü şeyler oldu. Kuşkusuz sadece bana değil, ait olduğum kuşağa, doğduğum büyüdüğüm eve, anılarımıza, çocukluğumuza çok kötü şeyler oldu. Geçenlerde ilk gençliğimde çok dinlediğim, dinlemekten eskittiğim Starsailor-Love is Here albümünü baştan sona dinledim yine. Değişik bir hüzün sardı beni. O albümü dinlemek benim için, ilk defa bir şeylere geç kalmamak gibi bir şeydi. Nasıl anlatsam bu hissi? Bence o albüm kendi düzleminde bir şaheserdi ve ben oradaydım. Sonradan öğrenmemiştim o albümü. Aradan geçmiş 20-30 yıllar 40-50 yıllar yoktu. İlk defa oradaydım. Ve bu varoluş son derece olağan son derece sıradandı. Bir zaman makinesine ihtiyacım yoktu. İşte indirgemeci ruhum 2000'lerin ve devamının vaadedeceklerini böyle sadece bir albümle sembolize etmişti. Ah o vaadedildiklerine inandıklarım... Ah onlar... Ah o olanlar...
Ama olanlar öyle olmadı. İşte ona hüzünlendim herhalde. Olanlar nasıl oldu da böyle oldu diye düşüncelere daldım. 2000'lerin vaadettikleri böyle olmamalıydı. Ben oradaydım. Ben geç kalmamıştım. Ben oradaydım.  Başka şeyler olmalıydı. Başka şeyler görmeliydik. Başka şeyler arzulamalıydık. Başka şeylere üzülmeliydik. Başka başka başka... Ve işte huzurlarınızda: İşi gücü bırakmış, "çalınmış" bir paralel/alternatif bugünün nostaljisini yaşıyorum.

Kimi suçlamalı? Kime kızmalı? Kimden öç almalı? Bir de bu çıktı başıma: intikam... Yaş aldıkça işler tersine dönmeye başladı bende. İçimdeki kin, öfke ve intikam duygularıyla barışmaya başladım. Onları oldukları gibi kabul etmeye ve onlara daha çok sahip çıkmaya başladım. Artık her şeyin bir karşılığı olduğunun farkındayım. Kimseye sadaka dağıtır gibi yüce gönüllük, merhamet dağıtmak istemiyorum artık.  Tek sözü kalmış hümanist öldü mü ne? Belki de insan olmayı öğrenmek böyle bir şey.

Her şeyden önce ve her şeyden sonra yanılmanın ve aydınlanmanın verdiği garip bir hazla gülümsüyorum. Galiba büyümek sandığımdan daha güzel, daha maceralıymış. Başrolünü üstlendiğim kendi senaryomda en olmadık ters köşeleri kendim yapıyorum.