5 Kasım 2018 Pazartesi
Bir rüya
Akşamüzeri saat 5'te bir saldırı olacakmış. Ellerinde makine tüfeklerle bir sürü adam sokağa girip tüm binaları kurşuna boğacakmış. Haber gelmiş bana önceden. İnsanlara söylemeli, onları uyarmalıymışım. Kaçmalıymışız buradan. Terk etmeliymişiz onlar gelmeden. Ama ben mıhlanmışım olduğum yere, hareket edememişim. Yapmam gereken işler varmış galiba. Ağzımdan çıkacak iki kelimeymiş aslında ama öncesinde yapmam gereken bir sürü bir şeyler varmış. Ertelemişim de durmuşum, kimselere bir şey dememişim. Gün yavaş yavaş batarken, aklım başıma gelir gibi olmuş, paniklemişim. Gitmeliyiz demişim ilk gördüğüm kişiye. Beni ciddiye almamış. Ne olacaksa olacak demiş, biz de savunuruz kendimizi. Hayır demişim. Bu bildiğiniz gibi bir şey değil. Çok kalabalık olacaklar. Bir sürü silahları olacak, acımayacaklar. Gel peşimden. Önce tamam demiş, takip etmeye başlamış beni. Bir çıkış yolu biliyormuşum. Sokağın arkasına doğru çalılıklardan dolanırken taramalı tüfekli adamların sokağa girişini görmüşüm. Beni takip eden kişi bırakmış takibi ama. Geri dönmüş. Topraktan ve ağaç köklerinden yapılmış bir duvarı ellerimle tırmanmışım, sokağı boylu boyunca gören bir düzlükte uzanmışım 'bitmesini' beklemişim. Her şeyi görmüşüm. Hepsini izlemişim. Adamlar taramış ne var ne yoksa. Sonra beni önce takip edip sonra bırakan kişiyi de elinde tüfekle görmüşüm. Olan olmuş, biten bitmiş. Geride kalanlar da ellerinde tüfeklerle o bir sürü adama katılıp bir başka sokağı kurşuna boğmaya gitmiş. Uzanmışım o düzlükte. Çıtım çıkmamış. Bitmesini beklemişim. Her şeyi görmüşüm. Hepsini izlemişim.
28 Eylül 2018 Cuma
Eylül
Ağustos sonları, Eylül başları bana hep o eski, tanıdık hüzün çöker. Ağustos'u mu uğurlamak, yaza mı veda etmek zor gelir bana bilmem. Önceleri, küçükken, Temmuz sonlarına doğru yaz tatilini yarıladığımızı düşünür, üzülürdüm. Sonra derdim, nasılsa koca Ağustos var. Dolu dolu bir ay daha var. Ama Eylül hep gelirdi, hiç gelmemezlik etmezdi. Bazen gelmemesinden korkardım Eylül'ün ölümden korkar gibi ama hep gelirdi Eylül. Hep...
Eylül'e olan hissiyatım sallantılıdır. Okul başlangıcı, yaz bitimi, tatil dönüşü, doğum günüm... Bana mütemadiyen zamanın akıp gittiğini, sürekli değişikliğe uğrayacağımı, hiçbir şeyin sabit kalmayacağını anımsatan ama aynı zamanda yumuşacık duygularla, hafif esintilerle beni köşebaşında okul yoluna uğurlayandı Eylül. İşte sanki o yüzden hep yeni başlangıçlarla başlamalıydım yeni yaşıma ben. Yeni okul, yeni sınıf, yeni şehir, yeni iş... Yaz hep bitmeliydi ben yaş alırken. Ben uğurladığım her yaşıma, çocukluğuma, gençliğime sonbahardan bakmalıydım. Ve kış gelmeliydi ardından.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi ben yine bir Eylül günü kırmızı bir valize sığışıp ev bildiğim toprakları uğurladım. Giden ben değildim, uğurlanan ben değildim, arkasından su dökülen ben değildim sanki. Evimdi, yurdumdu. O giderken ve ben geride veya ileride bir yerlerde kalırken bana veda eden evimdi. Giderken, eğer kalsaydım olacağım, dönüşeceğim insanı da beraberinde götürdü evim. Böyle düşündüm senelerce.
Ama bir gün bir şey oldu.
Sokakları arşınlarken ve kurumuş yapraklara basarken kendimi başka bir zamanda hissettim bir anda. Geçmişte bir yerde, çocukluğumun sonbaharında bir yerlerde. İçimiyse tarifsiz bir hüzün kaplamadı bu sefer. Aksine çok önemli çok nadide bir şeyin sırrına vakıf olmuşçasına huzurla doldu içim birden. Sanki çocukluğum ve çocukluğumun evi, yurdum saklandığı ya da gittiği yerden geri dönüp beni bulmuş gibi hissettim. O an anladım ki insan, evini asla terk etmiyor, çocuk kendine aslında asla veda etmiyor. Aksine o çocuğu evinden çıkarıp, elinden tutup, bir yolculuğa çıkarıyor. İnişli, çıkışlı bir yolculuk bu. Yol boyunca türlü maceralara atılıyor insan, içindeki çocukla ama bazen dünya dar geliyor işte, hayat omuzlarına biniyor ve aşması gereken yüksek duvarlarla çevrili buluyor kendini. İşte o anlarda bırakıveriyor bazen yanıbaşındaki, içindeki küçüğün elini. Sırtını dönüveriyor ona. Gözü aşması gereken duvarda ya da umutsuzluğunda, küçük onu bırakıp gitti sanıyor. Ama o hiçbir yere gitmiyor. Oracıkta insanın o duvarı aşmasını ya da o dipsiz kuyudan çıkmasını bekliyor.
Elini tuttum tekrar küçük kendimin. Beraber Eylül'ü uğurlayacağız şimdi hiçbir yere gitmemiş evimizle.
Eylül'e olan hissiyatım sallantılıdır. Okul başlangıcı, yaz bitimi, tatil dönüşü, doğum günüm... Bana mütemadiyen zamanın akıp gittiğini, sürekli değişikliğe uğrayacağımı, hiçbir şeyin sabit kalmayacağını anımsatan ama aynı zamanda yumuşacık duygularla, hafif esintilerle beni köşebaşında okul yoluna uğurlayandı Eylül. İşte sanki o yüzden hep yeni başlangıçlarla başlamalıydım yeni yaşıma ben. Yeni okul, yeni sınıf, yeni şehir, yeni iş... Yaz hep bitmeliydi ben yaş alırken. Ben uğurladığım her yaşıma, çocukluğuma, gençliğime sonbahardan bakmalıydım. Ve kış gelmeliydi ardından.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi ben yine bir Eylül günü kırmızı bir valize sığışıp ev bildiğim toprakları uğurladım. Giden ben değildim, uğurlanan ben değildim, arkasından su dökülen ben değildim sanki. Evimdi, yurdumdu. O giderken ve ben geride veya ileride bir yerlerde kalırken bana veda eden evimdi. Giderken, eğer kalsaydım olacağım, dönüşeceğim insanı da beraberinde götürdü evim. Böyle düşündüm senelerce.
Ama bir gün bir şey oldu.
Sokakları arşınlarken ve kurumuş yapraklara basarken kendimi başka bir zamanda hissettim bir anda. Geçmişte bir yerde, çocukluğumun sonbaharında bir yerlerde. İçimiyse tarifsiz bir hüzün kaplamadı bu sefer. Aksine çok önemli çok nadide bir şeyin sırrına vakıf olmuşçasına huzurla doldu içim birden. Sanki çocukluğum ve çocukluğumun evi, yurdum saklandığı ya da gittiği yerden geri dönüp beni bulmuş gibi hissettim. O an anladım ki insan, evini asla terk etmiyor, çocuk kendine aslında asla veda etmiyor. Aksine o çocuğu evinden çıkarıp, elinden tutup, bir yolculuğa çıkarıyor. İnişli, çıkışlı bir yolculuk bu. Yol boyunca türlü maceralara atılıyor insan, içindeki çocukla ama bazen dünya dar geliyor işte, hayat omuzlarına biniyor ve aşması gereken yüksek duvarlarla çevrili buluyor kendini. İşte o anlarda bırakıveriyor bazen yanıbaşındaki, içindeki küçüğün elini. Sırtını dönüveriyor ona. Gözü aşması gereken duvarda ya da umutsuzluğunda, küçük onu bırakıp gitti sanıyor. Ama o hiçbir yere gitmiyor. Oracıkta insanın o duvarı aşmasını ya da o dipsiz kuyudan çıkmasını bekliyor.
Elini tuttum tekrar küçük kendimin. Beraber Eylül'ü uğurlayacağız şimdi hiçbir yere gitmemiş evimizle.
3 Nisan 2018 Salı
Bir başka G.
Dışarda kar. Tutmaz ama. Burada zaten hiçbir şey tutmaz. Ne iyi ne kötü. Birbirinin aynı insanların, birbirinin aynı sokaklarda konuşlu birbirinin aynı binalarda birbirinin aynı hayatları yaşadığı, evrende ne diye bir yer tuttuğu belirsiz bir küçük kasaba burası işte.
Soba çıtır çıtır. Eskinin kokusu
duvarlarda.
Ben 7 yaşımın ortalarında bir yerde
bir çırpıda haykırdım bana sorulmamış olan soruya: “On!!!”
Gevrek gevrek güldü sorunun sahibi
G.'yi çoraplarını çıkarmış ayak parmaklarını sayarken
görünce. Oysa 7 yaşındaki ben zaten cevabı vermişim. Sanki hiç
duymamış beni. G.'nin amcası G.'nin ensesine şakayla karışık
hafif bir şaplak attı: “Oğlum hiç mi kafa yok sende?” G. hala
ayak parmaklarını sayarken kesilmemiş ayak tırnaklarındaki kir
tabakasına uzun uzun baktım.
G.
Tanıdığım tüm fukaraların ismi G.
ile başlar.
G. babasından dayak yer. G.'nin babası
anasını döver. G.'nin karnesi kırıklarla doludur. Kırmızı
kurdeleyi bir türlü takamayan G. beni, gofreti ve pirzolayı çok
sever.
Bir de bizim onların evine gelmemizi
çok sever. Çünkü biz onlara gelince bilir ki dedesinin bahçesinde
mangal yakacaktır babam. Yiyeceği pirzola ve gofretin yanına
babası biraz ayık olacak belki onun başını bile okşayacaktır.
G. ben ne desem ne istesem yapar. En
saçma planlarımı hayranlıkla dinler, en olmayacak girişimlerime
heyecanlanır, en gereksiz intikamlarımın hesabını sorar. Beni
kendinden küçük, korunması, kolllanması gereken sanır ancak
bilmediği benim ondan aslında ayca büyük olduğumdur. Bana asla
küfrettimez, küfredilecek bir şey varsa o benim yerime de eder.
Sokak oyunlarının tüm kavgalarında ben arkalarda bir yerde onun
tüm kötüleri yenip geri gelmesini beklerim. Aldığı ufak tefek
yaralarla gurur duyar ve mutlaka asla acımadığını vurgular.
Kafasını ortadan karpuz gibi yardığında ve apar topar babamın
muayanehanesine dikiş için getirildiğinde dahi bazen insanın
içinde suratının ortasına çakma isteği uyandıran saf-aptal
gülümsemesini muhafaza eder.
Alıklığıyla bazen insanı çıldırtsa
da içinde bambaşka iyi bambaşka güzellikte bir insan olduğunu
bilmenin bilinciyle hiç kıyamazdım ona. Komik gelecektir belki ama
evet, 7 yaşındaki bir çocuk olan ben bunu bilir, hissederdim. İşte
o yüzden beni korumasına gerek olmadığı zamanlarda bile beni
koruduğunu kolladığını sansın, kendini mühim hissetsin, borçlu
hissetmesin isterdim. Çünkü babamın mangalın başında ekmek
arasına koyduğu payına düşen pirzolayı her seferinde bir borç
olarak aldığını bilirdim.
İsimsizdir G. Büyükler ona asla
ismiyle seslenmez. Ona takılmış bir lakap vardır. Doğduğu
coğrafyanın uçsuz bucaksız sarılarını anımsatan bir lakabı
vardır onun geniş suratında, küçük kısık gözlerinde, susuz
çatlak dudaklarında, her daim tıraşlı dazlak kafasında anlam
bulan.
Çok oyunlar oynadık biz G. ile. Çok
dayak yedi sonra G. babasından. G.’nin dayağını birazını
ablası birazını annesi yedi araya girip durdurmak istediklerinde.
Babasının kulağını çekmeye gidenler arasında koca koca
doktorlar, koca koca kaymakamlar, koca koca öğretmenler vardı.
Hiçbiri kar etmedi. Babası ne içmekten, ne dayak atmaktan vazgeçti ta ki seneler sonra bir gün nasıl olduysa hidayete ermeye
karar verip kızının saçına başına ve daha birçok şeyine
karışıp ahlak satmaya başlayana dek. Zaten çok durmadı G.’nin
ablası. Kaçıverdi ilk onu sevdiğini söyleyen oğlana.
Sonra G.’nin annesi de gitti.
Dayanamadı dayağa, eziyete. Almadı yanına G.’yi. Alamadı. G.
de istemedi. Babamdır, dövse de babamdır dedi.
Benim G.’den kopuşum da herhalde o
zamanlara rastlar. Başka bir şehre taşındım. Başka okullara
gittim. Başka arkadaşlarım oldu. Başka oyunlar oynadım. Başka
planlar yaptım. Başka hayaller kurdum başkalarıyla. Başkaları
korudu, kolladı beni. Başkaları aldı en saçma intikamlarımı.
Ben G.’yi unuttum. O beni unutmadı ama ben onu unuttum.
Kafasızlığını, dazlaklığını, alık suratını ve daha birçok
şeyi unuttum. Yediği dayakları bile unuttum. Kendi hayatımın
ışıltısına kapıldım, sevimli bir çocuk olmanın, sevilmenin
farkındalığında bana verilen tüm sevgileri ceplerime doldurdum.
Sevgisiz kalanları unuttum.
Bizim dedelerimiz kardeşti oysa G.
ile. Ve ben G.’yi unuttum. Arada haberler geliyordu elbette. G.
sınıfta kalmış. G. çift dikiş gidecekmiş. Sanayiye vermişler.
Onu da becerememiş. Ne üniversitesi, barajı geçememiş. G.’nin
el parmakları ayak parmaklarını çekiştiriyor gözümün önünde.
Sayıyor, bir kez daha sayıyor. Bir kez daha sayıyor. Belki bu
sefer doğru cevabı benden hızlı verirse amcasının getirdiği
gofreti hak etmiş olacak. Hep bir kendini ispat. Hep bir ben de
varım çabası. Ne paylaştığımız kerat cetvelleri, ne
okuduğumuz okuma kitapları, ne mangal masasına serilen gazetelerin
90lı yıllar nostaljisi, ne ona bıraktığım oyuncakların
tesellisi, ne babasının işsizliği, ne annesinin mutsuzluğu, ne
bizim iki ısırıkta bitirdiğimiz pirzolalarımız, ne ablasının
civelekliği, ne o sarı sıcak yazlar…
Özür dilerim G. Seni unuttum, seni
uzaklarda bir yerlerde o taşra kasabada unuttum. Arada bir
hatırlayıp, yeniden unuttum. Çok şey yaşandı. Çok zaman geçti.
Hayat aktı, durdu. Belki ben seni daha da hatırlamazdım ama bir
gün bir şey oldu. Bizim hepimizden büyük ve hepimizi içine dahil
eden kötü bir şey. O kötü şeyin azabında, kötülüğe
uğramanın kötüleştirdiği zamanlarda elinde meşalelerle senden
olmayan, senin gibi olmayan insanların yaşadığı bir binaya
saldırırken gördüm seni. Haberlerdeydi. İsmin yoktu. Yüzünden
tanıdım seni. Diyordu ki haber olanca sıradanlığıyla Ş.’de
provokasyon. Vatandaş tepkili. Emin olamadım önce sen misin diye.
Seneler önce beraber defterlerimize kırmızı kalemlerle yazdığımız
ismini arattım Facebook’ta. Bunca zaman hiç aklıma gelmemişti
ama oradaydı işte. Oradaydın. Bulmak da kolaydı, unutmak kadar
seni. Oradaydın. Hiç gitmemiştin. Taşlı sopalı resmin övünçle
hainlere hadleri bildirildi açıklamasıyla duruyordu işte orada.
Çocukluk
arkadaşım G.’yi önce babası sonra da devlet baba yiyip bitirmiş
işte. Benim haberim olmamış. Ben de hayırsızmışım. Ben de
onu sevmemişim hak ettiği, ihtiyacı olduğu gibi. Ben bana verilen
sevgilerle meşgulmuşum. Öyle ya, ben sevimli
bir çocuktum. Gören durdurur, yanaklarımı sıkardı, G.’ye düşen ensesine bir şaplakken. Ben akıllı olandım. O kafasız
olan. Benim iyi olmam çok kolaydı. Nasıl
aynı sınavı verebilirdik ki?
G.
kötü değildi. Bunu
bilin istedim. G.
benim çocukluk arkadaşımdı. Evet, alıktı,
yavaştı ama korkusuzdu, iyi kalpliydi.
G.
kötüleri yenendi, kötü olan değil.
25 Şubat 2018 Pazar
Geri geri yürüme sanatı
Yok aynı kırmızı valiz değil. Bir başkası. Bana ait değil. Ödünç alınmış. Çünkü sığamadım sırt çantama. Çünkü tek bir sırt çantasıyla çıktığım yolculuk yine evde son buldu. O ev ki annemin babamın deyimiyle ne olursa olsun fizana da gitsem bizim hepimizin evidir. O ev ki adres değişikliğine rağmen değişmez, yıkılmaz, ayaktadır, bizi bekler. O evden çıkarken de ne kadar alsam yanıma kardır gibi hep bir şeyleri bir şeylere katarak çoğaldıkça çoğalırım. Omuzlarım ağrır, ama olmazsa olmazdır da.
Uçak yolculuklarında artık elimde kalem defter yok. Üşengeçlik mi? Alışmak mı? Sonra neyden üşenmek, ya da neye alışmak? Uyudum. Bolca uyudum. Hem odamda hem uçakta. Gözlerimi dinlendirdim işte. Sonra döndüm yine kuytu köşelerde kalmış, saklandığım kendime.
Dönüp dolaşacağım ne var ne yoksa hepsinde kendimi taşıp dururum zaten. Olmaması gerekenler olması gerekenlere ağır basarken ben de durur düşünürüm, tüm bunlar neden oldu? Neden engel olamadık? Hiç olmazsa birini durdursaydık, hiç olmazsa birini kurtarsaydık kendimizden?
Ben kırmızı valizlere sığamam dedikçe hep bir başka kırmızı valizin içinde oradan oraya savruldum. Benim bu sızlanmalarım çocukça geldi onlara. Sızlanmamalı, ağlamamalı, küsmemeli ve asla geriye bakmamalıydım. Benden beklenen, benden arzulanan sadece buydu. Oysa benim geri geri yürümeyi öğrenmem tüm bunların eseriydi. Durmuyordum. Evet. İlerliyordum. Evet. Nereye gittiğimi bilmeden. Evet. Geride kalanlarda mıydı gözlerim? Evet.
Uçak yolculuklarında artık elimde kalem defter yok. Üşengeçlik mi? Alışmak mı? Sonra neyden üşenmek, ya da neye alışmak? Uyudum. Bolca uyudum. Hem odamda hem uçakta. Gözlerimi dinlendirdim işte. Sonra döndüm yine kuytu köşelerde kalmış, saklandığım kendime.
Dönüp dolaşacağım ne var ne yoksa hepsinde kendimi taşıp dururum zaten. Olmaması gerekenler olması gerekenlere ağır basarken ben de durur düşünürüm, tüm bunlar neden oldu? Neden engel olamadık? Hiç olmazsa birini durdursaydık, hiç olmazsa birini kurtarsaydık kendimizden?
Ben kırmızı valizlere sığamam dedikçe hep bir başka kırmızı valizin içinde oradan oraya savruldum. Benim bu sızlanmalarım çocukça geldi onlara. Sızlanmamalı, ağlamamalı, küsmemeli ve asla geriye bakmamalıydım. Benden beklenen, benden arzulanan sadece buydu. Oysa benim geri geri yürümeyi öğrenmem tüm bunların eseriydi. Durmuyordum. Evet. İlerliyordum. Evet. Nereye gittiğimi bilmeden. Evet. Geride kalanlarda mıydı gözlerim? Evet.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)