4 Ağustos 2016 Perşembe

"Benim evim senin evin ama canım benim gitmem gerek."

Bir yemek masasındayım. Yann ile Marine'nin yemek masası... Kocaman bir masa, bir sürü insan. Herkes başka telden çalsa da büyük bir bölüm önümüzdeki sene gerçekleşecek başkanlık seçimlerini konuşuyor.

Yarı dinliyorum yarı dinlemiyorum. Uzun bir gün olmuş. Yorulmuşum. Dağ tepe gezmiş, ayaklarıma kara sular inmiş ama bir zirvede güneşe ve Alpler'e bakarak piknik yapmışım, nispeten mutlu olmuşum o gün her şeye rağmen. Her şeye rağmen diyorum çünkü o günün sabahında gördüğüm gece gelen cevapsız çağrılar, mesajlar aksini ispat etmekte. Çünkü bir gün önce hiç sevmesem de havai fişekleri izlemeye gitmişiz Bastille günü hesabına. Sonra da erkenden dönüp yatıp uyumuşum ertesi gün erken kalkıp dağlara çıkacağız diye. Ama olması gereken(!) benim hayatımın mihenk taşı dediğim yerlere anılarımın çakılıp kaldığı şehirlere katliamların çökmesi. Nitekim yine öyle oldu. İstanbul, Ankara, Brüksel, Paris derken Nice de katıldı listeye. Açıkçası görünce mesajları ve çağrıları ve öğrenince olanları iptal olur sandım o günkü plan program. Ama olmadı, kimse olanları konuşmadı bile. Sanki söz verilmiş bir suskunluktu ve işte şimdi de aynı günün akşamında oturduğumuz yemek masasında genç Fransızların gündemi seneye gerçekleşecek olan başkanlık seçimleriydi.

Konuştukça konuşuyorlar. Bir sürü siyasetçinin ismi dönüyor masada. Bir çoğunu bilmiyorum elbette. Teoriler dönüyor, Hollande'ın leşliği, PS'in kaybedeceğinin aşikarlığı, Le Pen'in yükselişi, Sarkozy'nin aday olup olmayacağı, hiçbir alternatifin olmayışı vs vs. Dışardan bir göz olarak bakınca öyle acayip, öyle tuhaf geliyor ki her şey. Hayatları nispeten öyle ya da böyle devam ederken usanmış gibi gözüküyorlar. Bir öfke duyumsuyuyorum içimde onlara karşı. Fransa'yı terk edeceklerinden, hiçbir umut olmadığından bahsediyorlar, bana bir titreme geliyor. Gerçekten kendimi saçmasapan bir festival filminde gibi hissediyorum. Etrafımdakileri, nerede olduğumu gerçekten bir süre algılayamıyorum. Sanki Türkiye'de bir dostlar masasındayım ve birileri bana aynı şeyleri Türkçe söylüyor. Ama hayır ben Türkiye'de değilim. Kaçmadım, terk etmedim, hayır bu yüzden değildi buraya gelişim ama burada da insanlar terk etmek, kaçmaktan bahsediyor. Nefes alamadığımı hissediyorum, gerçekliğe kaçmak istiyorum. Ne olduğunu bilmediğim gerçekliğe. Çantamı fırlatıp attığım köşeden alıp, telefonuma sarılıyorum. Ne acınası ne saçma bir gerçeklik telefona sarılmak ama öyle işte. Annem defalarca aramış. Başka arayanlar da var. Annem gerçek. Annem sabitim. Açınca telefonu "Nerdesin, ne yapıyorsun?" diyor bana ama sesinde bir acayiplik, bir tuhaflık var. Bundan sonra gerçekleşen sahne gerçekten de bir festival filmi havasındaydı. Kameralar yoktu beni çeken. Ama sanki bir reji ekibi etrafımı sarmış olan biteni kayda alıyordu. Öyle yüksek sesle bağırdım ki "Ne?" diye tüm masanın dikkatini çekmemem olanaksızdı.

Darbe oluyor diyor annem. Jetlerin sesleri geliyor, bağlantı habire kopuyor. Sonra önce bomba sandığım sonic boomların sesi sarıyor her yeri. Silah seslerini duyuyorum sanki bizim Ankara'daki evin salonunda gibiler.  Gerisi bilinen hikaye. Tekrara lüzum var mı bilmem. Sabaha kadar olan biteni anlamaya çalışmanın anlamsızlığı. Sanki her şey çoktan yazılmış bir senaryo sadece sahnesi gelen çıkıp oynuyor ve sanki hiçbir şekilde hayatlarımıza hükmetmemiz mümkün değil gibi. Öyle ki dikkatini çektiğim masa önce benle ayaklansa da on dakika sonra kağıt oynuyor ben internetten TRT'de darbe bildirisini izlerken.

Sabaha kadar uyumadım. Sabah olanlardan hiçbir haberi olmayan lab arkadaşım beni aradı ve bir hayvan barınağına gitmeyi önerdi. Öyle allak bullaktım ki kalktım gittim. Kedilere köpeklere sarıldım. Akşamına da sırf kafam dağılsın diye bir konsere götürdüler beni. Parkta bir konser. Bir dolu insan neşeli gözüken. Konser başlamadan evvel büyük ekranda yarım dakikalığına gözüküp kaybolan, artık anlamını çoktan yitirmiş, bende mide bulantısı uyandıran birkaç söz öbeği: Hepimiz Nice'iz. İşte bu kadar diyorum. Hop bitti. Bu kadar. Hadi konser şimdi. Artık neyin önemli neyin önemsiz olduğunu algılamakta güçlük çekiyorum.  Sonra millet ön sıralara doluşuyor, müzik başlıyor. Fena sayılmaz. Kendimi eski zamanlarda olduğu gibi şen ve yaşam dolu hissetmek istiyorum. Sözlerini bilmediğim, ilk defa duyduğum bir şarkıya bile neşeyle katılabilmek... Mümkün değil.  Şarkının sözleri dikkatimi çekiyor. Mülteci, ülke vs ama hem çok yorgunum hem de algılayamıyorum tam olarak ne dediğini. Yanımdakine soruyorum ne diyor şarkıda tam olarak diye. "Benim ülkem senin ülken" mealinde bir şeyler. Orada patlak verdim işte. Çıldırdım desem daha yeri olur. Bağıra çağıra çıkıyorum alandan. "Hala anlamıyorsunuz, hala bir bok anlamıyorsunuz diyorum. Sizin ülkenizi istemiyorlar. Benim ülken senin ülken ne demek? Bunun iyilik olduğunu mu düşünüyorsunuz? Böylece kendinizi iyi insanlar olarak mı konumlandıracaksınız? Vay ne kadar müthiş ne kadar hümanist insanlarsınız. Harikasınız. Bravo. Mülteciler ülkenizi istemiyorlar. Onlara ülkelerini geri verin. Onların bir ülkeleri vardı bir evleri vardı zaten. Sizin ülkenizi istemiyorum. Benim bir ülkem var. Zamanı gelince bana da mı bunu diyeceksiniz? İstemiyorum. İstemiyorum." Kendimden geçmişim resmen.  Çılgınlar gibi ağladım bağıra bağıra.

Kendime uzun zamandır sorduğum soruları bile soramayacağımdan korkuyorum galiba. Bu sorularasahip olmak bile bir lüksmüş, onu anladım. Benim evim neresi? Benim evim hiç oldu mu? Nereye gitmeliyim? vs vs.

Artık kendimi ne olarak konumlandırmalıyım onu da bilmiyorum. Artık sadece bilmediklerime yoğunlaştım. Yüksek sesle avaz avaz bağırıyorum içimden şimdi: BİLMİYORUM. HİÇBİR BOK BİLMİYORUM!!! Sanki birisi ayağımın altındaki iskemleyi çekti.