22 Kasım 2013 Cuma

Bir toz bulutundan dünyaya düşmek...

Hayatlarımızla oynuyorlar. Un ufak eder gibiler bizi. Hiçbir şeye sahip değiliz. Hiçbiri bizim değil. Soluduğumuz nefes dahi bizim değil. Hiçbiri, hiçbiri bizim olmadı. Ne acı... Acılarımıza, yenilgilerimize dahi sahip değiliz sanki. Bize ne kaldı yollardan başka?

Uykumun hep aynı zamanlarda bastırması bir tesadüf mü? Yollar mı var hep bize? Gençliğimiz öylece ellerimizden -olmayan ellerimizden- kayıp giderken yapabileceğimiz tek şey bu mu? Sonsuz bir uykuya yatmak... Bilmiyorum.

Corsica'da çektiğim fotoğraflara bakıyorum. Fotoğrafları severim. Anın durabilme, donabilme ihtimali sevilmeli, hep sevilmeli. Fotoğraflar, insanlardan ibaret. Gülümsemelerden, çocuksu sevinmelerden, tam olarak nasıl olduğunun unutulacağı anlardan ibaret. Ne zaman unutacağız birbirimizi? Tam olarak ne zaman sevmeyeceğiz birbirimizi? Bir gün tüm fotoğraflara rağmen hayatlarımızın kesişmiş olduğu gerçeğini terkedeceğiz bir şekilde. Öyle değil mi?

Hayatlarımızla oynuyorlar. Büyük, küçük var olan veya olmayan bir şeyler hayatlarımızla oynuyor. Un ufak edecekler bizi. Geriye hiçbir şey kalmayacak bizden. Hiçbir şey... Çünkü zaten hiçbirine hiçbir zaman sahip olmadık.

Yine bir uçakta başka bir yere savrulmadan önce, griliklere ulaşmadan hemen evvel, maviler çoktan gerilerde kalmışken irtifa kaybettiğimizi hissediyorum. Bulutsuzluklardan apar topar bulutlara gelmenin laneti olsa gerek. Ve trenler... Hep trenler... Ellerim hala tuz kokarken trenler...

İnsanlar biriktiriyorum. Tanıştığım birinin ona has bir halini farkında bile olmadan -bir bakıyorum- taklit ediyorum. Elleriyle saçını arkaya atışını, yarım yamalak gülümsemesini, sesini titretmesini bir şekilde hepsi bende vuku buluyor. Sonra düşünüyorum. Belki de hepimiz aynı tek kişiyiz. Farklı renklerde, dillerde, cinslerde ama tek bir kişi. Ve birbirimizin içine bakınca hatırlıyoruz. Tek olduğumuzu, bir olduğumuzu... Paramparça olduğumuzu... Un ufak olduğumuzu... Ama hatırlayınca o saçını öyle atıyor ya o saç senin oluyor sanki ya da o eller senin saçından geçiyor gibi. Kalbinin sızısı dahi, o bile yani, hissediliyor. Ama sen zaten kendi çaresizliğine gömülüyken bir diğerinin acısını sırtlayacak gücü bulamıyorsun kendinde. Unutmayı yeğliyorsun tek kişi olduğumuzu. Ne onun eli senin saçlarından geçiyor gibi oluyor ondan sonra ne de senin dudakların onda gülümsüyor. Herkes paramparça işte ondan sonra. Herkes yabancı. Herkes uzak. Herkes araya uzun, uzak, zor mesafeler girsin de birbirimizi unutalım der gibi.

Un ufak olmuş tek bir kişiyiz.

19 Kasım 2013 Salı

kahve ve eşyanın tabiatından kurtulmak

Kahveyi uykum açılsın diye içmiyormuşum bunca. Bir şey oluyor, değişik bir şey. Kalp atışlarım hızlanıyor ve aklıma eski güzel hatıralar geliyor. Mutlu olmaktan öte bir şey bu, eski anları çağırmış olmanın tadı. O yüzden sürekli kahve içmek istiyorum, yorgunluğumu alsın diye değil. Bu kötülüğün içinde artık ne kadar kaldıysa az buz iyi bir şeyler, çağırsın beni bulsun diye.

Ofiste çalışıyordum. Sebastian geldi, neden gülümsediğimi sordu. Gülümsüyor muydum sahiden? Aklımdan bir şeyler geçiyordu evet ama hep güzel şeyler olmalı. Yoksa neden gülümseyeyim ki? Gülümsemek güzeldi, farkında olmadan gülümsemekse eşsiz olmalı.

Müzik sesleri geliyor dışarıdan. Gidiyorum, geliyorum. Aynı ruhsuz şarkı çalmaya devam ediyor. Evin içinde olağanca yaşananları takip ederken bu müzik sesinin hiç kesilmemesi olacak iş değil ama oluyor.

Ali İsmail'in canavarca katledilmesini gösteren videoyu izliyordum. Bir şeylerden, birilerinden kaçarken bir başına o sokağa girme anı ve onu orada bekleyen insansılar. Onun kaldırımda o bir başına yatışı. Arkasındaki duvar ve katilleriyle sıkışmışlığı. O duvar dile gelir, o kaldırım taşları konuşur bu vahşeti. Biz de ekrana sabitleriz gözlerimizi ve iri damlalar doluşur pınarlarımıza. Görüntüyü geriye sarar, Ali İsmail'in kendini vahşetin sokağında bulmasını izleriz tekrar tekrar, tekrarların birinde, belki olaylar farklı gelişir ve Ali İsmail bakarsın sokağa girmez diye.

Bir zamanlar diye başlayarak anlatacak mıyız yaşanılan şu günleri? Gerçekten bugünler ileride bir gün "bir zamanlar" mı olacak?

Makyajımı çıkarmadım ve yatağımda çırılçıplak yatıyorum. Ne de klişe... Uzandığım yerden bunları yazıyorum. Yazıyorsam demek ki o kadar yorgun değil ellerim. O halde neden makyajım hala yüzümde? Sırf bu klişe dediğim an için mi? Ne kadar klişe diyip kendimle alay etsem de kendime dahi açıklayamadığım bir ya yoksa hissinden mi?

Öte yandan göz kapaklarım ağırlaşıyor ve sahiden nasıl da klişe! Ve kalem tutan elimde bir uyuşma ve aynı aptal müzik devam etmekte dışarıda.

Tüm yorgunluklar bu gece de benimle. Tüm sessizlikler de öyle. Bembeyaz boş duvarlar bu akşam da yerli yerindeler. Evden çıkarken bıraktığım ne varsa akşam eve girdiğimde yine olduğu gibi, bıraktığım gibi. Olan biteni, değişimi eşyada görmek imkansız. Parçalanmıyor eşya kendi kendine. Olanlar karşısında kendini oradan oraya vuramıyor, basıp gidemiyor dahi. Belki de bu yüzden yatağımda çırılçıplak uzanıyorum. Tüm eşyalardan, tüm kıyafetlerden arınmış görebilmek için izlerini tüm bu yaşananların.

Tüm kıyafetlerimden arındığımda belki de gerçek bedenim bir yerlerde tamamen ortaya çıkacak.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Öldürülmek için yaratılanlar: İnsanlar

İçlerinde en acımasız olanı Tanrı'ydı.

Öyle olmasa tüm bu olanların başka türlü bir açıklaması olurdu. Tanrı verir ve alır.
Onun kurduğu bu düzen sadece buna dayanmaktadır. Tanrı bize hayatı verir ve sonra geri alır. Aslında Tanrı bize hayatı, bizden geri almak için verir.

Tanrı bizi öldürmek için yaratır.

O halde Tanrı, içlerinde en acımasız olan olmalı. En acımasızı. Bize bir mucize bahşeder ama onu geri alacağını hiçbir zaman unutturmaz. Yolumuzu tuzaklarla donatır. Acılar ve ıstıraplarla dolu zamanlara rağmen de bizi yaşatmayı ihmal etmez. Böylesi bir Tanrı'nın neden kudretli olması gerektiğini anlayamıyorum. Acımasız bir kurgu oysa yaşantımız. Belki de karşılaştığımız tüm kötü insanlarda Tanrı'nın bu acımasız yansımasını görüyoruz. Eğer bahsedilen bu Tanrı gerçekten varsa kötülük bu Tanrı'nın dünyaya izdüşümü olmalı. Ben, eğer Tanrı'nın, varsa, bu kadar acımasız olmasını anlayamıyorum. İyiliği seçmek istiyorum.
Sözünün ettikleri Tanrı'nın kötü olmasa dahi acımasız olduğunu düşünüyorum. O halde, Tanrı'nın hiç var olmadığını seçmek bir bakıma iyiliği seçmek oluyor. Ama sadece bir bakıma. Çünkü ben de bir insanım ve zaaflarım var. Ve korunma, kollanma ihtiyacına mazhar olduğum gaflet anlarında bir varlığa sığınmak öfkemi ve çaresizliğimi yatıştırıyor. Üzüntümü biraz olsun hafifletiyor. Ama bunlar dediğim gibi gaflet anları.

Düş kurmayı, düşlerinin gerçekleşmediğini öğrenmeye başladığında bırakıyor ve yetişkinler dünyasına koşar adımlarla katılıyor insan. Peki Tanrı'yı neden bırakamıyor insan böyle kolayca arkasında? Düşler bu dünyaya ait şeyler ve gerçekleştirilemediklerinde bırakılabilecek denli  önemsizler, öyle mi? Kendi düşlerinden, arzularından dahi vazgeçebilirken insan neden tek bir zaafını yenemiyor? Aslında cevabı net: Bilinen evrenin tüm sorumluluğunu sırtında taşımak istemiyorsun. Bilinen evrenin bilinen en üstün canlı türü olmak, büyük bir sorumlulukla geliyor. Oysa belki insan kibrini yenip en üstün canlı türü olmadığı fikrine, herhangi bir başka üstün canlı türü olsun ya da olmasın, alışabilse Tanrı'yı arkasında bırakır. Ne tuhaf! Tanrı'dan kurtulmak için, Tanrı'ya ulaşmak için salık verilen en önemli şeylerden birini yapman gerek: Kibri yenmek!

Tanrı'nın varlığı da yokluğu da kibirden besleniyor. Tanrı'yı yok etmek için de var etmek için de kibir ve alçakgönüllülük gerekli. Tanrı aslında hem var hem yok. Gerçek bir muamma, büyük bir çelişki. Büyük bir mantık hatası.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Bir kaza mahalinden yavaşlayarak geçmek...

Tüm güzel çocuklar öldü. Yanlarından geçiyorduk, ceset torbalarındaki şişkinliği gördüm. Orada, o ceset torbasının içinde bir zamanlar hayaller kurmuş bir çocuk vardı. Kaç yaşında öldüğünün önemi yok. Bir zamanlar bir çocuktu. İşte o kadar... Zaten bana öyle gelir ki insanlar ölür, geriye çocuk cesetleri kalır. İşte o yüzden hep çocuklar ölür. Bize dünyada kalan bu. Yanlarından son model bir otomobille yavaşlayarak geçeriz. Solda ağır çekimde ceset torbalarında yatmaktadır ölüm hatırlatıcılarımız. Ellerimiz ağzımıza gider ve ölmek için bir yaz gününün adaletini sorgularız. Hemen hemencecik uzaklaştırsak ölümü diye kafamızdan ne yapacağımızı şaşırırız. Mutlu olmak için değil ama. Mutsuz olsak dahi, ölüm o an için dahi adil değil.

Eşyanın sessizliğindeki sızı, cana gelememenin sıkıntısı... Bir ölümlü dahi olamamanın sıkıntısı... Çocuklar gibi ölemeyecek olmak...

Hiçbiri adil değil!

Çocuklar gibi yaşayamadıktan sonra çocuklar gibi ölemeyecek olmanın hükmü olur mu eşyada? Belki... Belki de ölümde bile henüz vakıf olamadığım bir haysiyet vardır. Zaten bazıları ölümün mükemmelliğinden söz eder. Bunu yaparken ölümü tanımlar ve hatta sınıflandırır.

Bana kalırsa, bir ceset torbasına gimenin hiçbir haysiyeti olamaz. Ceset torbaları insanlar için tasarlanmış en acıklı şeylerden sadece biri.

Yanlarından son model bir otomobille ağır çekimde geçtik. Ceset torbalarındaydılar işte. Güneş gözlüğüm gözlerimdeydi ve biz güneye gidiyorduk. Cenaze arabası, jandarma ve şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş kalabalık neyi beklemekteydi? Tüm bu uçsuz bucaksızlık tüm bu kıvrılan yollar öleceğin tam o an için miydi? Neden bir kilometre önce değil de bir kilometre sonra? Neden tam o yerde? Neden saat ne bileyim yediyi kırk geçe de elli geçe değil? Ve bizi ölüm neden her seferinde bunca şaşırtır? Milyonlarca insan gömülü ve milyonlarca insan gömülecek daha. Ve biz sanki daha önce hiç başka biri ölmemiş gibi nasıl böylesine şaşırabiliyoruz?

Tüm inançsızlıklarıma rağmen Kabil ile Habil'in hikayesine vurgunumdur. İnsanoğlu her cinayetinde "insan"ın o ilk cinayetine geri döner. Tüm cinayetler o an başlamıştır. Her cinayette o ilk cinayeti tekrar ederiz.

Belki her ölümde de o ilk ölüme dönüyoruz. O yüzden bu şaşkınlığımız, bu nasıl olur, nasıl olabilir halimiz. Her yeni ölümde dünyaya ölmek üzere geldiğimizi hatırlıyoruz. Ve bu düşünce bizi alt üst edebilir, bu düşünce bizleri esir alabilir. Ne denli çabuk kurtulursak bu düşünceden o kadar iyi, o kadar makbul.

Dünyaya yaşamak için değil, ölmek için geldik ve bunun farkına varmak ürkütücü. Bu, insanı bir ceset torbasının bir kaza mahalinde alabileceği o en olağan halin yapabileceğinden daha fazla yoruyor. Cesetler, torbalarını o kadar da umursamıyor. Hatta hiç umursadıklarını sanmam. Ceset torbaları aslında cesetler için değil, geride kalan ölmemişler için.

Biz hepimiz henüz ölmemişleriz. Yaşayanlar değil.

3 Kasım 2013 Pazar

Var olmamız tesadüftü, yok olmamızsa olağan!

Çirkin bir taşra kasabasından geçiyoruz. Yağmur dahi güzelleştiremez burayı. Düşününce bu çirkinlikle var olması bile mucize. Ama işte bana böyle yerler her şeyin yıkılabilirliğini, yok edilebilirliğini hatırlatıyor. Tüm o güzel muhteşem mimariler, kemerler, köprüler, ışıklı yollar, parklar her biri sanki bu ucubeye dönüşür. Mümkündür.

Bir fotoğraf vardı internette çok dolaşan. Afganistan'ın eski ve yeni hali diye. Tam aynı noktada çekilmiş aralarında aşağı yukarı elli senenin olduğu bir fotoğraf. Gerçi Afganistan'ın karşılaştırmalı o fotoğrafına bakıp üzünçler duymak, kıssalar çıkarmak nasıl da basmakalıp nasıl da midemi bulandırıyor? Fotoğrafın elli sene öncesinde güzel kadınlar ışıltılı bir öğleden sonradalar, güzel bir bahçe, yeşillerin sardığı bir süs havuzu. Tam aynı yerin günümüzdeki halini anlatmama gerek yok. Kadınlar güzellikleriyle gitmiş, ışıltılar sönmüş, havuz yıkılmış ve geriye bir ucube kalmış. Çirkin, yüzüne bakılmaz bir yer halini almış o bahçe.

Bu fotoğrafın bende yarattığı his "ah canım Afganistan ne de güzelmişsin, ne hale gelmişsin" değil! Aksine "işte bu kadar" dedim. Her şey, her güzellik böyle paramparça olabilir. Belki de güzellik tabiatı gereği yok olmaya mahkumdur. Ama o kadınları düşündüm. Nerede olduklarını, şu an ne hissettiklerini düşünmeye çalıştım. Bir acıma duygusu için değil. Acıma duygusu için yüksekte ve alçakta iki kişiye ihtiyaç duyulur. O kadınların yükseğinde değilim. Belki tam da o aynı bahçede oturuyorumdur ben de. O bahçe veya bir başkası. Günlerden bir gün, bir öğleden sonrada ışıltılı hoş bir bahçede soluklanıyorumdur işte, bir güzelliği uğurladığımı bilmeden.

Dünyadan gelip geçiyor olmak travmatik. Gerçekten travmatik. Resimlere dokunup o anı çekip almaya çalışmamız işte hep ondan. Güzellikler birer birer yok olurken geriye sadece resimler kalıyor.