5 Eylül 2010 Pazar

Yaz, biter!

Nereden başlamalı bilmiyorum. En çok neyi anlatmalı, en çok neye gülmeli, ya da en çok neyi özlemeli?
"Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum." Bu cümleye ilk rastlayışımın Masumiyet Müzesi olmaması aslında ne kadar trajik... Öyle olsaydı belki her şey çok daha kolay olurdu. Cümlenin şiirselliğinde, derinliğinde kaybolur ve kendimi tamamen romanın içinde bulurdum. Ancak Orhan Pamuk bu cümleyi kurmazdan çok evvel bu minvalde cümlelerle oynamak bir tür ayindi benim için.
Hayatımın en mutlu anını yaşarsam ve bunun farkına varmaksızın yoluma devam edersem olacaklar konusunda bir hayli endişeliydim. İnsanın hayatının en mutlu anını gerilerde bırakması ne de hüzünlüdür.
İlk gençliğim bu düşüncelerle oyalanmakla geçti. Hatta kendimce hayatımın en mutlu anıymış diyebileceğim bir ana bile sahiptim. Hayat benim küçük dünyam için bile zordu ve o en mutlu an gerilerde kalmıştı.
Korktum, gerçekten korktum. Başka bir şey diyemem. Bir daha asla o denli mutlu olamamaktan, bir daha asla aşık olamamaktan çok hem de çok korktum. Korku bastırdıkça, kabuğuma çekildim. Kabuğum kalkanım oldu. Kimse aslında ne kadar yalnız olduğumu anlayamazdı böylece.
İlk gençlik hızlı geçer. Bir anda bir bakmışsın bitirvermiş. Bana da öyle oldu. Bir anda bitiverdi ve kendimi başka cümlelerin içinde buldum. Kafamda sabitlenen düşünce bakiydi ancak. "Hayatımın en mutlu anının ben farkına varmadan gerilerde kalması..."
Düşünceler değişir, gelişir, evrim geçirir. Ancak diyebilirim ki hayatın en mutlu anları hep gerilerde kalanlardır. Hep o ilk ana dönmek ister insan. O yüzden hıçkırıklara boğulduğunda insan, hiçbir şey hatırlayamacak denli körkütük sarhoş olduğunda insan, çaresizlikten kendini ordan oraya vurduğunda insan o ilk ana dönmenin yollarını arar. "Anne" diye sayıklamalar, çocukluk günlerini bulacağını sanarak gözlerini kapatıp açmak ondandır. İlk aşkın hep başka olması ondandır.
Hayatımın en mutlu günleri gerilerde kaldı mı bilmiyorum. Dediğim gibi önceden buna çok emindim ama hayat bana yanıldığımı gösterdi. Midemde kelebekleri hissettim en azından bir kez daha. Bir daha hissetmem sanıyordum. Ancak hayat bana her zamanki kazığını attı, yaz bitti. Yaz bitti. Zaten yaz hep bitmez mi? Hep geride kalandır o, hayatın en mutlu anlarıyla giderek uzaklaşan. Ama olsun, belki yaz yeniden gelir. Neden bittin yaz? Neden gittin?

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Kaldırım taşlarının altında kumsal var.

Koca bir yazı yalnızlığın başkentinde geçirirken, mutlak olanın bu olduğunu bilirken ve her şey hep biraz imkansızken geçmişin peşine takıldım.

Babam çocuktu ve yitirmemişti babasını henüz. Bir kaldırım taşı sadece bir kaldırım taşıydı onun için, dizlerinin bağı çözülüverdiğinde sığınacağı bir liman değil. İşte o zamanlar kaldırım taşlarının altına kumsallar vardı ve çocuklar babalarının yollarını beklerken yitirmezlerdi onları aniden.

Eve dönmekten çok korkarım ben. Eve dönüşte, bir tatilde ansızın babamı yitirmekten... Dizlerimin bağının çözülmesinden, ağlamaktan bitap düşerek bir kaldırıma çöküvermekten, kaldırım taşlarının altında kumsalların yanında bir umut babamı aramaktan...

9 Temmuz 2010 Cuma

Bir Otomat Olarak İnsan

Bireyler, son yılların teknolojik ilerlemelerinden nasıl etkilenmiştir? İşte bu soruya bir filozof-psikiyatr, Dr. Erich Fromm tarafından verilen yanıt:

"Bugünkü Batı toplumumuz, maddi, entelektüel ve politik ilerlemesine rağmen, gitgide zihin sağlığından uzaklaşıyor ve bireydeki iç güvenliği, mutluluğu, aklı ve sevme kapasitesini baltalamaya yöneliyor; bireyi, insanlık başarısızlığının bedelini, gitgide artan zihinsel hastalıkla, iş ve sözde hazza yönelik delice bir dürtünün altına gizlenmiş umutsuzlukla ödeyen bir otomata çevirmeye yöneliyor."

Bizim "gitgide artan zihinsel hastalığımız" nevrotik belirtilerle kendisini ifade edebilir. Bu belirtiler açık ve çok ıstırap vericidir. Ama "zihinsel hijyeni" diyor Dr. Fromm, "belirtilerin önlenmesi olarak tanımlama konusunda dikkatli olalım. Bu belirtiler bizim düşmanımız değil, dostumuzdur; belirtilerin olduğu yerde çatışma vardır, çatışma da her zaman bütünleşme ve mutluluk için mücadele eden hayat güçlerinin hala savaştığını gösterir." Zihinsel rahatsızlığın gerçekten en umutsuz kurbanları, en normal görünenler arasında bulunacaktır. "Onların çoğu normaldir, çünkü varoluş kipimize o kadar iyi uymuşlar, çünkü hayatlarının o kadar erken bir döneminde insancıl sesleri susturulmuştur ki, nevrotikler gibi mücadele etmez, acı çekmez, belirti bile geliştirmezler." Sözcüğün mutlak denilebilecek anlamında normal değiller; ancak derinden derine anormal bir toplumla ilişkileri içinde, normaller. Bu anormal topluma kusursuz uyumları, zihinsel hastalıklarının bir ölçüsüdür. Eğer tam olarak insan olsaydılar, uyum göstermemeleri beklenecek olan bir toplumda, tasasız yaşayan bu milyonlarca anormal biçimde normal insan, hala "bireysellik yanılsaması"nı beslemekte, ama aslında çok büyük bir ölçüde bireysellikleri ellerinden alınmış durumdalar. Uyumlulukları gitgide bir tekbiçimliliğe dönüşüyor. Ama "tekbiçimlilik e özgürlük uyuşmaz. Tekbiçimlilikle zihinsel sağlık da uyuşmaz... İnsan bir otomat olmak için yaratılmamıştır, bir otomat olursa, zihinsel sağlığın temeli de mahvolur."

Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret, Aşırı Örgütlenme, Aldous Huxley

28 Haziran 2010 Pazartesi

Yaşamaya Dair

1

Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Yani o derecede, öylesine ki,
Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
Yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel en gerçek şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından.

1947

2

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
Yani, beyaz masadan,
Bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
Biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
Hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
Yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
En son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
Diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
Yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
Fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
Belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
Yaşımız da elliye yakın,
Daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
İnsanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
Yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

1948

3

Bu dünya soğuyacak,
Yıldızların arasında bir yıldız,
Hem de en ufacıklarından,
Mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
Yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
Hatta bir buz yığını
Yahut ölü bir bulut gibi de değil,
Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
Duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...

Nazım Hikmet Ran

26 Haziran 2010 Cumartesi

Mut Mutluluk Mudur?

Mutluluk kavramı (mutsuzluk mu desem ya da) üzerine çok düşünürüm ben. Okuduğum her kitapta, her şiirde, edebi sayılabilecek her metinde mutluluk kelimesine yüklenen anlamların altını çizerim. "Mutsuzluğumuz kadar insanız, bana mutluluğumu geri ver." demiştim Mustafa Mond'a içimden haykıra haykıra başucumdan hiç ayrılmayacak o kutsal eseri -Brave New World- okurken bir kez daha.

Cemal Süreya ise ne de güzel izah etmiştir aslında mutsuzluğa dair her şeyi Mut(suz) şiirinde:

Kim istemez mutlu olmayı
Ama mutsuzluğa da var mısın?

Mutluluk ne ki? Mutsuzlukla kıvranırken bir olmaktır mühim olan. Tüm mutsuzluklara rağmen yanındakinin elini aynı şevkle tutabilmektir günün sonunda arta kalan.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Cahildim, dünyanın rengine kandım.

Bazı şarkı sözleri vardır ki dinlerken yerle yeksan eder. Cümleler birbiri ardına sıralanırken bazı sözcükler birbirlerine öylesine yakışırlar ki canlı olduklarına inanırsınız. Sözcükler melodilerine asılı olmasına asılıdır ama elinizden gelse o sözcüklerin birkaçını koparıp kendinize yoldaş yapmak istersiniz. Ne de olsa her biri yaratıcısı tarafından can bulmuş, şarkının yüreğinizi titretecek o kısmı geldiğinde damağınıza kekremsi bir tat, dudaklarınıza hüzünlü bir gülümseme yerleştirecek, bir anı bulutunu gözlerinize yaşlarla birlikte dolduracak birer sırdaştır.

Eddie Vedder'in Into the Wild için yeniden düzenlediği, seslendirdiği, bambaşka bir boyut kazandırdığı Jery Hannan'a ait Society'den örneğin;

Society, crazy and deep
I hope you're not lonely without me

cümlelerini çalsak, filmin bize tokat gibi çarptığı gerçeklere uyansak, yollara düşsek, yersiz yurtsuzluğu bir dünya görüşü olarak addetsek, ancak neden sonra yine Into the Wild'dan Guaranteed'in;

If ever there was someone to keep me at home
It would be you.

kısmında dönülmez sandığımız yollardan dönsek, yüreğimiz ağzımızda atarken eğreti birkaç kelimeyle neden döndüğümüzü açıklamaya çalışsak, olmasa hiçbiri bu kadar güzel anlatamasa...

...derken imdadımıza Glen Hansard Falling Slowly ile yetişse ve bir çırpıda söylesek o tek kişiye:

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you had a choice
You've made it now

Ancak bazen hep geç kalınır ya. Geç kalmışızdır işte bir şekilde ve Marketa Irglova If You Want Me ile seslenir bize:

Are you really here or am I dreaming
I can't tell dreams from truth
For it's been so long since I have seen you
I can hardly remember your face anymore

Her şey senin içindi bile diyemeyiz. Tüm bu göçebelik, bu ne olduğu bilinmez arayış senin içindi denilemez bir türlü. Denilecek tek şeyi Axl Rose This I Love ile demiştir bir kere:

I've searched the universe
And I found myself
Within' her eyes.

Ancak söyleyemeyiz biz yine de. Söyleyemeyiz çünkü Elvis Costello bir konuda çok haklıdır:

I can't say anymore than "I love you"
Everything else is a waste of breath

Geriye kalan kırık bir hikayedir. Ve birer insan olarak çok karmaşık bir varlığızdır biz. Gözlerimiz -dolu dolu- tekrar düşeceğimiz yolları ararız başımıza tüm bu işlerin neden geldiğini bir türlü anlayamadan. Sonra bir gün bir köy kahvesinde saç diplerimizden ayak parmak uçlarımıza değin anlarız her şeyi, neden yollara düşmekte bunca ısrarcı olduğumuzu. Çocukken babamız dinlerken burun kıvırdığımız türkülerin birinden Neşet Ertaş tek bir cümleyle tüm algılarımızı alt üst etmiştir işte:

Cahildim, dünyanın rengine kandım.

3 Haziran 2010 Perşembe

Çok Ama Çok Ayıp Bir Şey Mutluluk

Bırakıp gitmek zor olacak demiştim daha birkaç gün önce. Aslında dünya o gün de şu an olduğundan daha farklı değildi. Cennet ve cinnet kelimeleri arasındaki farkın tek bir harften ibaret olmadığını kuşkusuz o zaman da biliyordum. Tuhaf bir şey bu. İzah etmesi güç. Yine de deneyeceğim. Nasıl oluyor da hep aynı sanrıyı görüyorum? Nasıl oluyor da aynı yanılsamanın beni sarmasına izin veriyorum? Galiba anlayamıyorum. Zira ben ne zaman hayatın muhteşemliğine iman etsem bir şey, çok kötü bir şey oluyor. Evet, biliyorum. Benim gözüm güneşe, yaprakları saran ışıltılara, kulağım kuş cıvıltılarına takılmışken ve ben neşeye boğulmuş pervasızca kahkahalar atarken de çok kötü şeyler oluyor dünyada. Aslında her saniye insanlığa ve dünyaya yakışmayacak, üzerine eğreti olacak şeyler yaşanıyor. Kimisine vakıf oluyoruz, kimisini asla duymuyoruz.

İşte bu ağırıma gidiyor. Böyle yaşamak ağırıma gidiyor. Çünkü aynı gün içerisinde yitip gidenlere üzülürken insanlığın dehşet anına tanıklık ederken günün sonunda dostlarla beraber olup sanki hiçbir kötülük olmamış, sanki hiç kimse ölmemiş, sanki hiç kimse acı çekmemiş, sanki Kabil Habil'i hiç öldürmemiş gibi yaşamak, gülmek, eğlenmek ağırıma gidiyor. Ve müthiş bir suçluluk duygusuyla kıvranıyorum.

Gerçekten hem kutsal hem de lanetli topraklar mı buralar? Bu cennet ve bu cehennem aynı coğrafyaya mı konuşlu sahiden? Bir çocuğun bedeninden neden 5 kurşun çıkar 4'ü kafasından biri göğsünden olmak üzere? Bir genç kadın, bir kahraman siper etmişken gövdesini bir dozere o dozer neden üstünden defalarca ama defalarca geçer?
Dünyanın en büyük gaddarlığına maruz kalmışların çocukları, torunları neden daha sonra böylesine gaddarlaşırlar? Mazlum ne zaman zalim olur?

Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır demiş Adorno. Bunca barbarlığın içinde yaşamak ve yaşadığına mutlu olmak nedir peki? Ancak Küçük İskender demişti:

Çok ayıp bir şey mutluluk.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Çok Ayıp Bir Şey Mutluluk

Katlanarak çözülüyor terkedilmiş bahçelerdeki
kuyular; oralardaki çocuk ölüleri - ölü gürültüleri,
bakın ben herkesi öldürmedim.
Hatta sevmedim ceddime bıçak çekmeyen hiç kimseyi.
Şimdi tam vaktidir, söylemeliyim o
ötekim'den nefret eden insanlara ezberlettiğim
ezberlettikçe kirlettiğim cümleyi:

Çok ayıp bir şey mutluluk

Eğer bir dosta giderken geceyarısı
ona uzatacağın elinde gelincikler varsa ve
arkana sakladığın elinde taşıyorsan hâlâ hançerini.

Küçük İskender

6 Mayıs 2010 Perşembe

Yaşamak için çıldıranlar ama gururuyla ölenler

"... Ama bir yandan da mutluluk ve zevkten kendilerinden geçmişçesine dans ediyorlardı sokaklarda, bense ilgimi çeken insanlar söz konusu olduğunda hep yaptığım gibi peşlerinden sürükleniyordum, çünkü benim için yalnız çılgın insanlar önemlidir, yaşamak için çıldıranlar, konuşmak için çıldıranlar, kurtarılmak için çıldıranlar, aynı anda her şeyi birden arzulayanlar, hiç esnemeyen, beylik laflar etmeyen, yıldızların arasında örümcekler çizerek patlayan ve en ortalarındaki mavi ışığı görenlere, "Vay canına!" dedirten o muhteşem sarı maytaplar gibi yanan, yanan, yanan insanlar..."

Jack Kerouac, Yolda

Bugün Hıdırellez. Ve ben sebebini iyi biliyorum ya bugün Jack Kerouac'ın çılgın insanları, yani "gerçek" insanları tarif edişini düşündüm. Çünkü üç gerçek insanı katlettiler bugün. Deniz'i, Yusuf'u, Hüseyin'i katlettiler bugün. Deniz'e kıydılar ya tutmaz denize bırakılan hiçbir dilek. Bahar gelir ama Hızır da, İlyas da küsmüştür artık. Hıdırellez ölüme bulanmıştır bir kere. Demiştim ya bir bahar günü bir insan niye ölür? Bir bahar günü bir insan niye öldürülür?

25 Nisan 2010 Pazar

Bir bahar günüydü, öldüm.

Yine aynı hastalıklı düşünce geldi buldu beni baharın gelmesiyle birlikte. Ben her bahar neşeden çıldırır, salak saçma bulduğum her anda güneşe yüzümü döner, güneşin gözlerimi kamaştırmasını beklerim. Mutluluk sarar dört bir yanımı ve sonsuza dek mutlu olacağım hissine kapılırım. Ancak kısa sürer bu. Hastalıklı kısım da burada başlıyor zaten.
Bu neşe ve mutluluk buhranlarında(!) ben birden her şeyin biteceği endişesiyle sarsılırım. O an en yakınımda kim varsa onun bir gün öleceği gerçeği gelir beynime yapışır. Hiçbir yakınım yoksa da yanımda bankta oturan bir çift, bir yaşlı amca, otobüs bekleyen bir teyze gözüme ilişir ve işte herkes ölecek derim. Bu anlarda Tanrı'ya karşı çok büyük günahlar işlerim. O'na kendi içimde bir isyan bayrağı açarım. Sadece güzel bir bahar gününde ölüm gerçeğini yüzüme ansızın çarptığı için değil, sahi sahi güzel bir bahar günü birileri öldüğü için.
Uzun zamandır kafamı kurcalayan bir cümle var. Daha önce de bir yerlerde bahsettim diye hatırlıyorum. Beni çok derinden etkileyen bir cümle: "Hep başkaları ölürdü." Marcel Duchamp'ın mezar taşında yazan bu cümle çok anlamlı, çok trajik... Bu aslında başlı başına bir travma yaratacak denli büyük bir cümle... Hakkını vermek gerek, insanoğlunun muhteşem zaafını ortaya koymak yönünden de başarılı bir cümle... Güzel bir bahar gününde dahi beynimizi kemiren bir gün herkesin öleceği fikrine rağmen yine de hep başkalarının öleceğini sandığımız bir sabaha uyanırız her gün. Ben buna ölümlülük travması diyorum. Gönül isterdi ki, psikoloji okumuş olayım. Ama yok, bu konulara pek vakıf değilim. Önceleri, daha küçükken hayatımın sonlandığı anda mutsuz olmamayı dilerdim. O zamanlar da şimdiki gibi reenkarnasyona inanmıyordum ve eğer mutsuz olarak ölürsem bir hayatı boşuna yaşamış gibi olacağım diyordum. Çünkü bir daha yoktu. Çünkü yarın yoktu. Çünkü ertesi gün yoktu. Ne bileyim hafta sonunu iple çektiren derbi maçını göremeden ölme ihtimali vardı hayatta. Çok büyük ideallerden, hayallerden bahsetmiyorum. En sevdiğin yönetmenin son filmi vizyona girmeden ölme ihtimali bile beni ürkütüyordu. Kaldı ki, uçsuz bucaksız hayallerle bezeli bir hayatın kendi devrimini görmeden sonlanması korkutucunun da ötesindeydi. Mutsuz ölmek beni korkutuyordu. Uktelerim kalmamalıydı. Beklentilerim olmamalıydı herhangi bir şekilde. Bir nevi nirvanaya ulaşıp ölmeliydim. Böylece adil gelebilecekti ölüm bana. Ancak zaman geçtikçe ölümün hiçbir koşulda adil olamayacağını ve hiçbir etkenin ölümün nedensizliğini maskeleyemeyeceğini anladım.
Bu sefer mutluyken de ölmemeliydi insan. Garip bir çıkmaz yarattım kendime. Mutsuzken de, mutluyken de ölmemeliydi insan. Mutsuzken ölmemeliydi çünkü önünde mutlu olacağı günler vardı insanın. En basitinden hafta sonu sinemaya gidebilmeliydi. Ancak mutluyken de ölmemeliydi insan çünkü adı üstünde MUTLUYDU! Mutluyken her şeyin darmadağın olması nasıl adil gelebilirdi ki? Mutluyken ölmeyi ne adil kılabilirdi ki?
Sıralı ölüm dedi işteki amirim eşinin babaannesinin vefatının ardından. "Sıralı ölüm" Yani Tanrı bizi sıraya dizmiş öldürüyor. Öyle mi? Bazen de sırayı önemsemiyor, herhangi birini çekiyor listeden ve o kişi artık mavi gezegende canlı bir şekilde ikamet etmiyor. Öyle mi?
Bazen o kadar çok düşünüyorum ki ölümü dünyaya yaşamaya gönderilmekten çok, ölmeye gönderilmişiz gibi gelyor. Bütün insanoğlu ölmeyi gafletle bekliyor.
En çok güzel günlerde takılıyor bunlar aklıma. Kasvetli, yağmurlu günlerde uğramıyor pek bunlar. Galiba güneşli günlerde ölmek çok trajik geliyor bana. Bir yakıştırmama durumu olmalı daha çok.
Bundan 2-3 sene önce bir yaz akşamında bir vefat haberi almıştık. Vefat edeni televizyonlardan tanıyorduk sadece. Gençti, ölmek için çok gençti. Ve ondan öte mevsim yazdı. Nasıl desem yaprak dahi kıpırdamayan yumuşacık bir yaz akşamıydı. Televizyonlardan tanıdığımız o gencin vefatını da televizyonlardan öğrendik. Kendimi balkona attığımı anımsıyorum. Evimin sokağından gelen kuş cıvıltıları, o yaprak kıpırdatmayan sakinlik, yumuşak bir hava, dondurma yiyen insanların telaşsız ayak sesleri... Her şey bu kadar normal ve olağanken birileri nasıl ölürdü?
O gece aklıma takılan en mühim soru şuydu: Bir insan bir bahar/yaz günü neden ölür? Sadece bahar ve yaza indirgemek belki yanlış ancak aklıma musallat olan o soruda mevsim bahar veya çoğunlukla yazdı.
Sıralı ölüm bile bana korkunç gelirken ya bir de sırasız olursa... Bir gün ölümü düşünmekten yaşayamayacağımı düşünmeye başlıyorum.
Ölme fikri bir travma bence ve insanoğlunun bu travmadan kaçışı yok. En özel anlarını yaşadığı "benim" diye sahiplendiği köşeler, bucaklar, evler bile onun ölümünün ardından bir başka insanoğluna geçecek. Yürüdüğü sokaklarda daha doğmamış olanlar yürüyecek bir gün.
Tanrı'ya karşı çok büyük günahlar işliyorum dedim ya. İşte bizi bu dünyaya, bu dünyayı bize verdiği için Tanrı'ya çok minnettarım ama bizi ölüme, ölümü bize verdiği için O'na çok ama çok kırgınım.