26 Haziran 2009 Cuma

Cunta ve Neverland Aynı Cümlede...

Bir arkadaşım aklıma düşürdü. Sabahın erken saatlerinden beri Across The Universe'i dinliyorum. Hani, şu artık sayısını tutamadığımız kere cover'lanmış The Beatles eseri. Garip; aslında Billie Jean ya da Smooth Criminal dinlemem gerekti bugün. Zira Michael Jackson efsanesi nihai sonuna ulaştı. Kimileri bir yıldız daha kaydı diyor. Kimileri de bir Elvis diyor, bir Freddie diyor ve tabi ki bir de John diyor dünyayı böylesine kasıp kavurdu.

Seneler evvel, portakalda vitamin dahi olmadığım zamanlar yani, rock'n'roll adına, pop adına, insanlık adına, masumiyet adına, barış adına ve elbette devrim adına birtakım adamlar, birtakım kahramanlar çıkmış er meydanına. Çok güzel cümleler kurmuşlar. Çok cesaret dolu işlere imza atmışlar. Böyle değildi biliyorum o zamanlar. Biliyorum, çünkü sandığım kadar kayıp değilim. En azından umuyorum.

Daha yeni Nida Sultan öldürülmüş İran'da. Mide bulantısından öte bir işe yaramayan gazeteler çarşaf çarşaf onun vurulduğu anda çekilmiş videodan yüzünün kana bulandığı kareleri dondurup dondurup manşet yapmış. Daha bu ne ki demem gerek belki. Münevver Karabulut'un hunharca katledildiği malum cinayette kullanılmış olan kana ve saça bulanmış testerenin fotoğrafı, artık hangi habercilik anlayışı ile kuşatıldığı muallakta olan Habertürk gazetesi tarafından bilmem kaç puntoda yazılmış "İşte o testere!" başlığı altında manşetten verildi. Ekmek, gazete almak üzere bakkala yollanan çocukluğum geldi aklıma sadece. O sıralar okul zamanı Pazar günlerime, yaz tatili zamanı hemen hemen her günüme bir kabus gibi çökebilecek en büyük travmam biraz yaşlıca olan bakkal amcanın tezgahın önüne sermiş olduğu Bulvar gazetesi üstünde peynir, ekmek yemesiydi. Şimdi öyle değil. Gözünü artık kapatmış olsan da çoktan gözüne ilişmiş o fotoğrafı gördükten sonra gazete bayisinde kitlenip kalmak gerek. Ne tür bir hüküm verilmesi gerektiğini kestirememek gerek.

Ölüm bunca olağan mı onlar için bilmiyorum. Ancak "Çocuk Tacizcisi Michael Jackson öldü" diye duyuruluyorsa birtakım gazetelerce Michael Jackson'ın ölümü, bunun arkasında ölümü olağan karşılamaktan da öte hastalıklı bir fikir yatmalı. Ben Michael Jackson fanı hiç olmadım. Sevdiğim şarkıları oldu. They don't care about us ya da Heal The World gibi. Billie Jean'i ise elbette sevdim. Ama Michael Jackson'ın beni öyle derinden etkilediğini söyleyebilir miyim bilmiyorum. Ben The Beatles için yanıp tutuşuyordum. Bilmiyorum, belki de favori Beatle'mın George Harrison olduğu The Beatles'i sevmek daha kolaydı. Ne de olsa çoktan efsaneleri nihayete ermişti. Ortalığı kasıp kavurmuşlar, milyonları peşlerinden sürüklemişler ve dağılmışlardı. John Lennon'ın ölümüne de yetişememiştim ne de olsa. Zihnimde asla tekrar birleşiyorlarmış umudu doğamayacaktı bu yüzden. Ama eğer Michael Jackson'ı derinden sevmeyi seçseydim olacakları biliyordum belki de. Düşüşüne, hakkında çıkan sansasyonel haberlere tanık olacak ve hırpalanacaktım. The Beatles efsanesi elbette asla son bulmayacaktı ama ben onların doğuşuna ve büyüyüşüne şahit olmadığımdan en sevdiğim Beatle olan George Harrison'ın hayata gözlerini yumuşu bile beni öyle derinden sarsmayacak, sadece boğazımda bir yumru ile bırakacaktı.

Ama şimdi hissettiğim tuhaf bir hüzün var. "Neverland" belki de Michael Jackson'ı özetleyebilecek tek kelime. Ve ben onu seçiyorum. Çünkü bence kendisi de onu seçmiş olmalı. Wonderland'i ararken bulabildiği tek ev Neverland oldu sanırım. O yüzden de adını Neverland koydu sığınağının. Peter Pan olmayı umdu. Ancak dünyanın hiçbir yerinde kan emiciler rahat bırakmıyor insanı. Özgür olmaya çalışanı da, aşık olmaya çalışanı da, çocuk olmaya çalışanı da lekelemeye ant içiyor.

Yine bir haziran günü Kazım Koyuncu terk-i diyar etmiş zaten. Bir yanımız bundan ötürü hep buruk. Baki kalacak olan burukluk olsa da yine de insanın çocukluğuna dair simgeler sarsılmamalı öyle değil mi? Dediğim gibi ben bir Michael Jackson fanı değilim ama bu onun çocukluğumun kahramanları arasında olmadığı anlamına gelmiyor. Evet, çünkü o meydan okuyan bir adam... Hakkındaki tüm suçlamalar dolayısıyla yargılanmış ve aklanmış bir adam aynı zamanda. Hala yargılanmamışlar da var ama suçları kör göze parmak dercesine ortada olsa da...

92 yaşında ve üstelik resim yapmakta Kenan Paşa. "İntihar ederim" diyor bir yandan da. Etik haber anlayışının yılmaz savunucusu(!) birtakım adamlar da ona çanak tutuyor. Bu ve benzeri adamların editörlüğünü yaptığı gazetelerin manşetlerinden, üçüncü sayfa haberlerinden, internet sayfalarından Nida'nın kana bulanmış fotoğrafı yanında "Başı açık fotoğrafları için tıklayınız" butonu, Münevver'in hunharca katledildiği testerenin fotoğrafı ve "Çocuk Tacizcisi Michael Jackson evinde ölü bulundu" haberi, ikiyüzlülüğün nişanesiyim ben dercesine eksik olmuyor.

Neverland'de 12 Eylül yaşanır mı bilmiyorum. Kaptan Kanca ve adamlarının hep çocuk kalmaya ant içmiş Peter Pan ve arkadaşlarıyla olan bitmez maceralarının bir yerinde bir gün sokağa çıkma yasağı gelir mi sahiden? Peter Pan, yaşı büyütülüp de asılır mı günün sonunda? Darağaçları kurulduğunda avluya, bir dakika sonra yok olacağını bile bile yürür mü yine de artık çocuk olmaktan çıkmış çocuk? İşkence odalarında oyun arkadaşını ispiyonlar mı Neverland cuntasına? Uğruna ailesini terk ettiği ülkesinin bir daha eskisi gibi olmayacağı fikri taş gibi otururur mu yüreğine son nefesinde?

Ben yine de size masalın sonunu söyleyeyim: Eninde sonunda hep çocuklar, hep çocuk kalmaya çalışanlar ölüyor.

21 Haziran 2009 Pazar

Kamber Ateş Nasılsın?

Kamber, 12 eylül gelince kendini sıkıyönetim mahkemelerinin karşısında bulmuş, Mamak Askeri Cezaevi'nde davanın askeri yargıtaydaki sonucunu bekleyerek tutukluluk günlerini geçiriyordu. Tecrit günlerinden birinde Kamber'e bir mektup geldi.
Mektupta deniliyordu ki:

"(...) Önümüzdeki görüşte annen ziyaretine gelecek. Annen sen içeri düştüğün günden beri; "N'olur, beni oğluma götürün. Dünya gözüyle oğlumu son bir kez daha göreyim..." diyerek başımızın etini yiyordu. Kısmet bu görüşeymiş, getiriyoruz..."

Kamber mektubu okudu. Avurtları çökmüş, yüzüne bir hüzün bulutu kondu. Yanındaki arkadaşına:

"Annem ziyaretime gelecekmiş..." dedi.

Görüşe daha dört gün vardı.

Kamber dört gün önceden mahpus deyimiyle "görüş komasına" girdi. Hep ondan bahsediyor, Türkçe bilmediğinden dem vuruyor, "Allah verede annem bunca yıl içerisinde konuşacak kadar bir şey öğrenmiş olsa..." diyordu. Annesi köyde doğup büyümüş, evlenmiş, yaşamı boyunca, zaman zaman babasının peşinde İmranlı'ya "pazar için" inmenin dışında, tek bir kez büyük şehre inmemiş, köyünü dünyası bellemişti. Köyünün dili neyse, doğaldı ki onunki de o olacaktı...

Ama Mamak görüşlerinde, yavaş sesle konuşmak, el, kol, yüz hareketleriyle işaretleşmek ve türkçe'den başka bir dille konuşmak kesinlikle yasaktı. Yasak herhangi bir biçimde ihlal edildiği anda görüş kabininin her iki tarafında, giriş kapılarının önünde alıcı kuş gibi bekleyen görevli askerler, talimatlara uyulmadığını belirterek, hemen "görüş bitti" diyorlar, tutuklu apar topar, görüşçüsünün gözleri önünde tartaklanarak alınıp götürülüyordu. Aynı muamele
görüşçüye de yapılarak kapı dışarı ediliyordu.

O uzun, upuzun gelen dört gece akıp gitti ve görüş günü geldi. Kaldığı B blok'ta sıcak su olmadığı için, sabahın erken saatlerinde buz gibi suyla banyosunu yaptı. Traşını oldu. Sıfır numaraya vurulmuş saçlarına zulasındaki esanstan birkaç damla sürdü. En temiz elbiselerini giydi. görüşe hazır hale geldikten sonra birkaç lokma
bir şeyler atıştınp, tecrit hücresınin üç buçuk adımlık volta yerine çıktı. O artık durup dinlenmeksizin üç buçuk adımda bir U dönüşü yapan düşünceli bir yürüyüştü...

Hoparlörden beşinci kez isimler anons edildiği anda kendi ismini duydu. Göz bebeklerine yerleşen sevinç ışıltılılarıyla, gardiyanın açtığı hücre kapısından uçar adımlarla çıkıp annesine koştu... Kamber yüzündeki özlem yangınıyla görüş kabinine girdi ve karşısında annesini ve kardeşini buldu, anne, önündeki tel örgüleri adeta tırmalar gibi ileri atıldı, çığlığı andıran bir sesle: "Kamber Ateş nasılsın!..." dedi.

"İyiyim, canım annem, iyiyim..."

Kadın silme sevgi kesilen gözlerinden boşalan yaşlarla oğluna okşarcasına baktı, baktı "Kamber Ateş nasılsın!..." dedi.

"İyiyim, çok iyiyim, siz nasılsınız..."

Kadın sustu, başını önüne eğdi, bekledi. Sonra birden taa oğlunun gözlerinin içine bakarak sordu "Kamber Ateş nasılsın!..."

" ?! "
Kamber annesinin Türkçe'yi öğrenemediğini anladı. Kardeşi yol boyunca annesine sadece bu üç sözcüğü öğretebilmişti. O da hep aynı cümleyi tekrarlayıp duruyordu, özlemin söze gerek duyduğu bu en yakıcı anda, ana-oğul birbirlerine seslenemiyorlardı, aralarında "Türkçe konuşacaksın!" emir kipli bir duvar, bir set çekilmişti...

Birbirlerine bakışıp duruyorlar ve anne biraz zaman geçince yeniden:

"Kamber Ateş nasılsın?" diyordu.

Oğlunun gözlerinden yanaklarına doğru, zaptedilmek istenen ama becerilemeyen, iki damla yaşın süzüldüğünü gördü anne... Anne gözlerine en şefkatli duruşu, sesine en yumuşak tonuyla : "Kamber Ateş nasılsın!..." diyecekti.

Bunun anlamı: "Oğlum, sağlığın yerinde mi, bir derdin sıkıntın var mı, karnın doyuyor mu, sırtın pek mi, herhangi bir şey istiyor musun, çamaşır göndereyim mi, kışlık çorap öreyim mi?..." demekti. Yanıtı oğlunun gözlerinden alacak:
"Demek iç çamaşırı ve yün çorap istiyorsun, hay hay canım oğlum." diyecekti içinden..

Anne çınar yüzüne dededen atadan kalma kuşkulu ifadeyi takınacak, gizemli bir tavra bürünecek, merak dolu gözlerle oğlunun ve kendisinin başucunda copla bekleyen askerlere bakacak, titrek bir sesle:

"Kamber Ateş nasılsın!..."

Bunun anlamı: "Burada zulüm çokmuş oğlum, dışarıda hep duyuyoruz, doğru mu?" demekti. Yanıtı yine oğlunun gözlerinden alacaktı.

"Görüş bitti!" anlamına gelen düdüğün tiz sesi duyuldu.

Anne, "Hoşçakal canım yavrum..." anlamına gelecek şekilde, sayısız kez kullandığı o tek cümleyi, el sallarken bir kez daha yineledi:
"Kamber Ateş nasılsın!..."

Ve gittiler...

Görüş sonrası Kamber bir sevinç seli gibi düştü hücresine.
Arkadaşı:
"Gelen annen miydi?" diye sordu.
"Evet" anlamında başını salladı.arkadaşı endişe dolu bir ifadeyle:
"Herhangı bir aksilik çıkmadan görüşebildiniz mi?" dedi.
"Hem de nasıl!..."
Arkadaşı sevinçle kolunu tutu ve sordu:
"Neler konuştunuz?..."

Kamber annesinin şakıyan gözlerini anımsadı, ışıltılı gözlerle arkadaşına baktı. Yanıt vermedi ama arkadaşı anladı, şaşkınlık dolu bir yüz ifadesiyle kendi kendine mırıldandı: "Kamber'in gözleri konuşuyor!..."

"Evet, neler konuştunuz?" sorusuna, Kamber'in gözleri:

"Neleer, neleer!..." diyordu...

Ruşen Sümbüloğlu

7 Haziran 2009 Pazar

Black on White

Bir çocuğun masumiyeti nasıl kanıtlanır? Katıksız bir biçimde tüm deliller ortada olsa örneğin. Hiçbir karşı argüman onu temize çıkartmaya yetmese... Ama içten içe o çocuğun masumluğuna iman etsen, yine de onu ele vermekten başka bir şey elinden gelmese...

Susma hakkını kullanmak isteyip istemediğini dahi bilmesen de hukukun üstünlüğü senin çıplaklığınsa ve hatta tüm ruhunla kalakalmışsan biçarece ayıpların ortasında...

Hayır, sana düş kurmanı öğütlemeyeceğim. Biliyorum ki yorgunsun ve biliyorum ki bitap düşmüşsün. Sonuçta bir yerlere varıyor ömür. Sen istesen de, istemesen de o takvimin yaprakları koparılacak.

Sana düş kurmanı öğütlemeyeceğim. Önce, masum olduğunu içten içe bildiğin ama ele vermekten çekinmediğin o çocuğun gözlerine bakmayı öğrenmelisin.

Önce, çocukların öldüğünü görmen gerek. Tüm şiddetiyle, 18+ dayatmasının olmadığını bile bile...

Hem zaten ölenler 18- ve televizyonlar onların ölümünü 18+ sembolüyle damgalıyor.