bir şiir yazmıştım.
aşklı meşkli.
acıklı biten.
benim sırtımda ağır yükler...
bir otobüsteydim sürekli.
ve sürekli geç kalıyordum.
hal bu ya
sürekli başım ağrıyordu bir de.
keskin bir bira kokusu sinmişti duvarlara.
ve hatta gri gökyüzüne.
sonra
hep birbirinin aynı yüzlerle
çevriliydim.
gelmeyeceğini bildiğim
birini
bekliyordum sonra.
ve bir akşamüzeri
bir telefon
uzaktan
o aradı beni.
"aşağı in de, gel gidelim."
bir an
çok
çok kısa
çok kısa bir an
inandım.
afalladım.
oysa almazlardı
onu içeri.
o
yasak olandı.
her anlamda.
almazlardı içeri.
sonra bir gün
bitti hasretlik derken
sahiden de
bitti.
bendeki aşk.
işte bunu
kendimden
hiç ummazdım.
4 Kasım 2015 Çarşamba
5 Ekim 2015 Pazartesi
27 Mart 2015 Cuma
bir kurşunun izinde
Elimizde kalan tek bir hikaye var şimdi.
Bildiğimiz bizim olabilecek tek bir hikaye.
Ve her şeye rağmen bu hikayenin sonunu biz yazmayacağız.
Bu hikayenin başı dahi yokken; yani şöylesi senle ben hala korkusuzca sevişebilirken
Ve sandıklarda saklı hançerlerin
Bir gün bizi delik deşik edeceğini bilmezken
Gözlerimi kapamak o kadar da zor bir yük değildi.
Kapatırdım gözkapaklarımı ben
Ve derin bir boşluğa üflercesine yok sayardım olan biteni.
Ama...
Aması şu ki...
Bu hikayenin sonunu bizim ismini zikretmek istemediklerimiz
Yokluklarında huzur bulduklarımız yazacak.
Ve bu hikayenin sonunda sevgilim sen ve ben ikimiz
Ölüyüz.
Kanımız etimizden çekilecek.
Gözlerimiz yuvarlarından oyulacak.
Sırtımızda binlerce delik açılacak kapanması imkansız.
Saçlarımız bir kül bulutuna dönüşecek.
Bizi öldürecekler sevgilim.
Bizi her gün bıkmadan usanmadan öldürecekler.
Artık bedenimizden kaç kurşun çıkarırlar, oturur da o kurşunları sayarlar mı bilemem.
Ama bilmeni isterim ki...
O gün geldiğinde elini bırakmayacağım.
Bildiğimiz bizim olabilecek tek bir hikaye.
Ve her şeye rağmen bu hikayenin sonunu biz yazmayacağız.
Bu hikayenin başı dahi yokken; yani şöylesi senle ben hala korkusuzca sevişebilirken
Ve sandıklarda saklı hançerlerin
Bir gün bizi delik deşik edeceğini bilmezken
Gözlerimi kapamak o kadar da zor bir yük değildi.
Kapatırdım gözkapaklarımı ben
Ve derin bir boşluğa üflercesine yok sayardım olan biteni.
Ama...
Aması şu ki...
Bu hikayenin sonunu bizim ismini zikretmek istemediklerimiz
Yokluklarında huzur bulduklarımız yazacak.
Ve bu hikayenin sonunda sevgilim sen ve ben ikimiz
Ölüyüz.
Kanımız etimizden çekilecek.
Gözlerimiz yuvarlarından oyulacak.
Sırtımızda binlerce delik açılacak kapanması imkansız.
Saçlarımız bir kül bulutuna dönüşecek.
Bizi öldürecekler sevgilim.
Bizi her gün bıkmadan usanmadan öldürecekler.
Artık bedenimizden kaç kurşun çıkarırlar, oturur da o kurşunları sayarlar mı bilemem.
Ama bilmeni isterim ki...
O gün geldiğinde elini bırakmayacağım.
3 Şubat 2015 Salı
Çocuk Çehresizler
Tanıyordum onu.
Salondaydım. Yerde parça pinçik
gazete yığınlarının arasında gördüm. Nakliyeciler tüm salonu
dolapları rafları indirmiş, harala gürele çalışıyorlardı.
Şimdi artık taşınmak daha kolay. Hiçbir şeye dokunmana gerek
yok. İşçiler hemen gelip salon mutfak teker teker tabak çanak
artık ne varsa sarıp sarmalayıp kutu kutu paketliyor. İşte ben
de aman porselenlere bir şey olmasın sakın diye işçilerin
başında beklerken gazete parçalarının birinde gördüm onu.
Tirajı yüksek, sansasyonu bol bir gazetenin üçüncü sayfasından
salonuma bakıyordu gözlerindeki siyah bir şeritle. O siyah şeride
rağmen tanıdım onu. Tanımamazlıktan geldiğim zamanlara inat
tanıdım onu.
Tam bilmem kaç parçalık porselen
takımının tatlı tabaklarından birine sarılıp yamru yumru
olacakken yakaladım. Resminin yanına iliştirilmiş birkaç
satırlık kelime yığınlarından da hemen seçtim büyük
harflerle kodlanmış ismini:
G. D.
Evet G. D. Elbette G. D.
Ölmüş. Kendini öldürmüş G. D.
Asmış kendini. Üç çocuğu varmış. Öyle yazıyor. Biri daha
birkaç haftalık, biri iki yaşını daha yeni bitirmiş. En
büyükleri okul çağındaymış. Okuldaymış o, G. kendini
asarken. Gelince bulmuş. Komşulara haber etmiş hemen. Öyle
yazıyor. Altı üstü üç-beş cümle, yanında oldukça eski bir
vesikalığını iliştirmişler G.'nin. Tanımamak için gözlerimi
kaçırdığım G. asmış kendini.
“Abla dilim damağım kurudu be. Sana
zahmet bir bardak su verebilir misin açıkta kalan bardak varsa?”
“Hah, tabi tabi. Kusura bakmayın,
dalmışım.”
Albümler! Su dolu sürahi ve plastik
bardaklarla salona geri döndüğümde aklıma geldi albümler.
Suları dağıtıp yatak odasına sıçrar adımlarla gittim, kutular
aşağı kamyona indirilmeden yetiştim.
Elimdeki parça pinçik bir gazete
küpürüyle elinden kaptım kutuyu. “Bunu ben kendi arabamla
getireceğim. Diğerlerini indirin siz.”
Zor olmadı bulmak. O eski fotoğrafta
onu bulmak yani... Mavinin tek tonunun bulaştığı fotoğrafta en
arkada, en köşede mıhlanmışçasına duruyordu en çocuk halinde
bile çocuk çehresi olmayan G.
G... İsminin diğer harfleri onu terk
etmezden evvel dahi çocuk olmayan, olamayan G...
Ve ben orada, en önde, en ortadaydım
işte beyaz dantelli yakamın iliştirildiği mavi önlüğümle.
Saçlarım küt kesim ve yandan beyaz kurdelili bir tokayla
tutuşturulmuş ve gülümsüyorum. G. ise en arkada, en köşede bu
fotoğraf karesinden kesilmesi icap etse bir fark
yaratmayacakmışçasına diğer maviliklerden ayrık, mıhlanmış
gibi durmakta. Bir şaşkınlık var hiç çocuk olmamış
çehresinde. Bir eksikliği kucaklıyor gibi ve gülümsemiyor. Nüfus
Müdürlüğü'ne ve Nüfus Cüzdanı'nda yazanlara rağmen
gülümsemiyor G.
Onu sanki koca bir hayat yaşamışçasına
erkenden yaşlanmanın mahzunluğuyla en arkaya, en köşeye iten
neydi; ben en önde dantelli yakam ve kurdelili tokamla şu an bile
hala taşıdığımı söyledikleri silinmeyen çocuk çehremle
gülümserken?
Sınıfın en arkasında en köşede
otururdu G. Fazla söze karışmaz, parmak kaldırmaz, teneffüslerde
koşuşturmaz, terlemezdi ama ter kokardı hep. Benden uzundu ve
iriydi elleri. O iri elleriyle oyuncak bebek gibi sevmek isterdi
bazen beni. Dokusu sert nasırlı ellerinden ve ter kokusundan
tiksinirdim. Evet. Yalana ne gerek var şimdi? Asmış kendini G.
Asmış üç çocuğu varmış ama asmış kendini.
“Abla seni bekliyoruz da sen sonradan
mı gidecektin? Karşılayacak biri mi var orada bizi?”
“Yok yok. Kimse yok. Beraber
gideceğiz. İniyorum şimdi.”
Elimde tek bir kutu yine bir başka
dört duvara “ev” diyebilme çabasıyla arabama doğru
yürüyordum. Taşın! Hep taşın! Daha çok taşın! Belki bir gün
evi bulurum umuduyla hep taşın! Bu son taşınma için kanıma
girense eski bir dost oldu. Bana dedi ki “Çok güzel, kutu gibi
ama güzel. Hem Bahçeli'de. Sen de özlemedin mi oraları?” Kutu
gibi bir eve bir dolu kutuyla sırf Bahçeli'de diye taşınıyordum
işte daha fazla çocuk kalayım diye. Çocukluğumun mahallesine
geri dönüyordum işte.
Aynı mahallenin çocuklarından biri
kendini asmış, diğeri de biraz daha çocuk kalabilirim belki diye
mahallesine geri dönüyor. Oysa G. hiç çocuk olmadı. Olmadı.
Ellerinin iri olmasından ya da hiçbir zaman bir çocuk çehresine
sahip olamamasından değil. Ağırbaşlılığı ya da sessizliği
de değil. G. beni sevmek isterken dahi erişkinlerin dünyasına ait
gibiydi. Nasıl ki bir çocuğun saçını okşarken, yanağından
makas alırken, onun masumiyetine saflığına gülümserken aslında
bir zamanlar sahip olduğumuz ama yitirdiğimiz çocukluğu kutsarız.
G. de öyleydi işte daha 10 yaşındayken. Bense hala burada o 10'un
üstüne iki tane daha 10 koymuşken belki biraz daha çocuk
kalabilir miyimi kovalıyorum.
G. neden hiç çocuk olamadı? Onun
çocukluğundan çaldım da kendiminkine mi ekledim kimselerin
bilmediği bir düzlemde? Neden sevilecek okşanacak olan hep bendim
de o nasırlı elleriyle çocukluğu yakalamaya çalışandı? Neden
ben hep gülümserken o hiç gülümsemezdi?
Mavi önlükler gitti. Geriye işte bir
fotoğraf kaldı herkesin içinde olduğu. Kimisinin ismini de
simasını da sonradan unuttum ama G.'nin adı unutulur cinsten
değildi. Siması da...
Onu sonra bir sefer daha gördüm. Tek
bir sefer... Ben parktan çıkıyorum annemle birlikte. Eve gitmeden
halamlara gidelim diye diretiyorum. Olmaz diyor annem doğru eve.
Sonra parkın girişinde gördüm G.'yi. Hemen gözlerimi kaçırdım,
kafamı çevirdim. Önünde sattıklarına bakmadım bile. Oyuncak
mıydı kağıt mendil miydi bilmiyorum. Ama o gördü beni. Gördü.
Oturduğu hafif yüksek taştan doğrulur gibi oldu. Ben kafamı
çevirince gerisin geri oturdu yerine. Başı öne eğildi. Sonra
çıktık sokaktan Bahçeli'nin başka sokaklarına doğru kaybolduk.
Anneme biraz da utanarak dedim ki G. vardı orada. Benim annem “sınıf
annesi” ya tüm öğrencileri ve öğrencilerin velilerini bilirdi.
Annem “Hani nerde? Niye konuşmadın?” diye çıkıştı önce.
Dudağımı ısırdım. Omzumdan tuttuğu gibi çekti beni sürükleye
sürükleye, iteleye iteleye geri götürdü parka.
Yoktu. Parkın girişine serdiği bezi
üstündekilerle toplayıp gitmişti. Parktan çocuk sesleri
geliyordu. G.'nin hiç sahip olmadığı çocuk sesi.
Arabayı park ettim. Kamyon peşisıra
durdu. İşçiler eşyaları birer birer indirmeye hazırlanmaya
başladı.
“Kaçıncı kattı?”
“Önce koltukları çıkaralım bir
elden bitiversin.”
“Asansörlü değil mi? Sığar mı
buzdolabı?”
“Abla buralar da hiç değişmiyor
ha. Güzel semt hakikaten. Hem merkezi hem sakin.”
“Park var ama çoluk çocuğun sesi
direk evin içinde. Kafa beyin bırakmaz.”
“Oğlum size mi kaldı? Işinizi
yapın siz!”
Fatih Terim Parkı'nın hemen karşısı.
Yorgunluktan teri terine karışmış kara gözlü işçi haklıydı.
Buralar hiç değişmiyordu. Çocuk sesleri eksilmemişti.
Değişmemişti de. Yukarı çıkıp kapıyı açmadan önce elimdeki
gazete küpürüyle parkın girişine diktim gözlerimi. Bir başka
“çocuk çehresiz” çocuk yine o taşa oturmuş yine boynunu
eğmişti. Önündeki serili bezde ne var diye baktım bu sefer.
Kağıt mendil.
Olur da belki silik bir gülümsemesini
yakalarım diye dikkatlice diktim gözlerimi dudaklarının bitip
yanaklarının başladığı yere. Hayır. Gülümsemedi.
Nitekim G.'yi de gülümserken hiç
görmedim.
21 Ocak 2015 Çarşamba
tek kelime, yerli, altı harf
Topluyorum ve bazen çıkarıyorum.
Toplamı hiçbir şey etmeyen şeyler var. Benim çıkarmama gerek kalmadan eksilen şeyler var sonra.
Öldük. Vallahi öldük. Öldürdüler. Bazen kurşuna dizdiler. Bazen sokak ortasında tüm emeklerimizi elimize verdiler. Sonra sağ kaldık. Öldük ama sağ kaldık. Tazyikli suyla temizlenmiş kanlı kaldırımlarda ellerimizi nereye koyacağımızı bilemeden yürüdük ardından. Ceplerimiz boştu oysa ama elimiz bir türlü gidemedi ceplerimize. Elele tutuştuğumuz tek yumruk olduğumuz insanlar vardı bizim bir zamanlar. Ellerimizi nereye koyacağımızı bilmemiz gerekmezdi o zamanlar. Elimizden tutardı onlar ve yürürdük biz yolları hep beraber. Sonra onlar öldü. Biz de öldük aslında ama sağ kaldık. Her bir sokak başı onların kanıyla mühürlenmişti adeta. Gözümüzle gördük. Nasıl yürüyecektik ki elimiz ceplerimizde ayaklarımızın altından akıp geçmiş bir kan deryasını fark etmeden?
Eksilen şeyler var. Hiçbir hesabın tutmaması ondan. Boşa koyuyorum olmuyor doluya koyuyorum olmuyor diyorlar ya. İşte ondan. Eksilen ve geri yerine koyulamayacak şeyler var. Giderek çirkinleşen adileşen bir "şimdi" var ellerimizde. Ve ellerimiz hiçbir şey yapamamanın azabıyla yorgunlar. Açamadan solan çiçekler gibiler. Bir dantel gibi işlenmiş ellerimize erkenden yaşlanmanın hüznü çöktü.
Ellerimiz biz sağken ve nefes alırken çürüdü.
Ne ağır bir yüktür bu? Sağken ölmek... Nefes alırken yavaş yavaş çürümek...
Kötülüğü kitaplardan öğrenilecek bir şey sanan zavallı ben! Aklım bir şeylere ermeye başladığından beri ellerimi nereye koyacağımı bilemeyen ben! Biri elimden tutunca ve tek yumruk olunca ellerimin dünyayı değiştireceğine kanaat getiren ben! Ellerim yine boşta yine yalnız ve çürümekte!
Korkunç örgütlü bir kötülüğe teslim olduk. Bu kötülük tazyikli sularıyla kanlarımızı kaldırım taşlarından temizleyecek. Bu kötülük o tazyikli suyla abdestini alıp namazını kılmaya gidecek. Bu kötülük bizim elimizi kimse tutmasın diye daha çok çocuk daha çok genç öldürecek.
Bu kötülük bizi bin kere öldürüp her seferinde sağ bırakacak! Hazırlıklı olun. En kötüsü daha şimdi yeni başlıyor.
Toplamı hiçbir şey etmeyen şeyler var. Benim çıkarmama gerek kalmadan eksilen şeyler var sonra.
Öldük. Vallahi öldük. Öldürdüler. Bazen kurşuna dizdiler. Bazen sokak ortasında tüm emeklerimizi elimize verdiler. Sonra sağ kaldık. Öldük ama sağ kaldık. Tazyikli suyla temizlenmiş kanlı kaldırımlarda ellerimizi nereye koyacağımızı bilemeden yürüdük ardından. Ceplerimiz boştu oysa ama elimiz bir türlü gidemedi ceplerimize. Elele tutuştuğumuz tek yumruk olduğumuz insanlar vardı bizim bir zamanlar. Ellerimizi nereye koyacağımızı bilmemiz gerekmezdi o zamanlar. Elimizden tutardı onlar ve yürürdük biz yolları hep beraber. Sonra onlar öldü. Biz de öldük aslında ama sağ kaldık. Her bir sokak başı onların kanıyla mühürlenmişti adeta. Gözümüzle gördük. Nasıl yürüyecektik ki elimiz ceplerimizde ayaklarımızın altından akıp geçmiş bir kan deryasını fark etmeden?
Eksilen şeyler var. Hiçbir hesabın tutmaması ondan. Boşa koyuyorum olmuyor doluya koyuyorum olmuyor diyorlar ya. İşte ondan. Eksilen ve geri yerine koyulamayacak şeyler var. Giderek çirkinleşen adileşen bir "şimdi" var ellerimizde. Ve ellerimiz hiçbir şey yapamamanın azabıyla yorgunlar. Açamadan solan çiçekler gibiler. Bir dantel gibi işlenmiş ellerimize erkenden yaşlanmanın hüznü çöktü.
Ellerimiz biz sağken ve nefes alırken çürüdü.
Ne ağır bir yüktür bu? Sağken ölmek... Nefes alırken yavaş yavaş çürümek...
Kötülüğü kitaplardan öğrenilecek bir şey sanan zavallı ben! Aklım bir şeylere ermeye başladığından beri ellerimi nereye koyacağımı bilemeyen ben! Biri elimden tutunca ve tek yumruk olunca ellerimin dünyayı değiştireceğine kanaat getiren ben! Ellerim yine boşta yine yalnız ve çürümekte!
Korkunç örgütlü bir kötülüğe teslim olduk. Bu kötülük tazyikli sularıyla kanlarımızı kaldırım taşlarından temizleyecek. Bu kötülük o tazyikli suyla abdestini alıp namazını kılmaya gidecek. Bu kötülük bizim elimizi kimse tutmasın diye daha çok çocuk daha çok genç öldürecek.
Bu kötülük bizi bin kere öldürüp her seferinde sağ bırakacak! Hazırlıklı olun. En kötüsü daha şimdi yeni başlıyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)