14 Ekim 2013 Pazartesi

Sararmış dijital mektuplar...

2000'lerin bile bir nostalji olduğu bir günden merhaba... Eski defterler kapandı mı açması daha zor, koyun gizli kapaklı bir kutuya kaldırın tozlanması için unutulmuş bir rafa, terkedilmiş bir odada. Kilitleyin kapıyı üstüne. Ve işte o eski defter artık yok ama aslında var. E-mailler ancak o e-mail adresinin terk edilmesiyle varken yok edilebilir, yoksa silmekten başka bir çare kalmaz. Ben de öyle yaptım, yeni bir e-mail adresi aldım kendime. Senelerce ikamet ettiğim en bilindik e-mail adresimi terk ettim. Ama anahtarı bendeydi oranın, arada gidip tozlu raflardaki eski defterleri açabilmek için:


uzun zaman oldu size yazmayalı aslında hep yazacaktım evimde internetim de var, çok şükür bilgisayarım da. ha vakit yok desem de vakit bulunur zor değil aslında o kadar salak saçma işlerle uğraştığım düşünülürse.
anlatacak çok şey var ama ben hiçbir şey anlatmak istemiyorum galiba kızlar. uzun zamandır sabahları mutlu uyanmadığımı da anlatacak değilim. zaten anlatıyorum bunca zamandır, diyecek bir şey yok aslında. bir yerlerde, o bir yerlerde bir şekilde geç kaldığımı da söylemeyeceğim. geç kaldıysam kaldım kime ne? ya bir dakika sabahları mutlu uyanmadığımı anlatacak değilim dedim ama ben sahiden sabahları mutlu uyanmıyorum artık. öyle dinç, ne bileyim enerjik falan fark ettim hiçbir sabah abi. yazı, kışı, salısı, pazarı, tatili, okul zamanı hiçbirinde. bir sabah da uykumu derinlemesine almış da yepyeni bir güne zıpkın gibi başlama modunda olayım. yok. içim çürümüş resmen. tamam dinçliği falan geçtim. gözümü açayım ve derdim biraz daha uyumak olmasın. yok inanın yok. bu, depresyonumun en keskin teşhisini koyduğum yer oldu. hayat üzerine yorumlar, okul üzerine yorumlar, iş hayatı üzerine yorumlar, aşk hayatı üzerine yorumlar dinledim bunca zaman. benden seda senin de dediğin gibi etiketlerden etiket beğenmemi istiyorlar oysa ben bir etiket istemiyorum bir sitcomda alabildiğine karikatürüze edilmiş iki boyutlu bir karakter olmayı istiyorum. onlar çalışırlar, para kazanırlar ama biz onları gerçekten çalışırlarken görmeyiz. onlar diledikleri maceradadırlar, kimse onların yaptığı abartı davranış ve tutumları yadırgamaz, ayıplamaz. hatta komik bulurlar aksine, kimisi zekice kimisi seksi bile bulur. orada da etiket yapıştırırlar ama gerçek dünyada olduğu gibi acımasız değildirler.
tamam esas meseleye geliyorum:
niye diğerleri gibi olamıyorum diyorum. niye? niye? niye onların zevk aldıkları şeylerden zevk almıyorum? niye onların üzüldükleri şeylere üzülemiyorum? niye bana hayat bu kadar yavan geliyor? tatsız, tuzsuz, musibet bir yemek gibi neden yüzümü yüzümü ekşite ekşite yaşıyorum? niye hiçbir şeye takatim yok? neden hemencecik bıkıveriyorum elimi attığım her şeyden? neden benim hayallerimi başkası yaşıyor? neden çok çabuk yoruluyorum?
neden kendimden koşarak uzaklaşıyorum?
başkalarının anketine ihtiyacım yok. mülakatlarına, sınavlarına gerek yok.
sizlerin de yok. güneşli bir gün bile içinizi anlık bir coşkuyla doldurmuyorsa en önemli sorunun bir başkası tarafından değil sizin tarafınızdan sorulması gerekiyor.
ben neden artık hiçbir sabah mutlu uyanmıyorum?

bilmiyorum, aslında belki de herkesin var oluşun başından beri taşıdığı o genetik bir travma artık taşıyıcılıktan öte hastalık safhasında tezahür etmeye başladı bende.

ne uzun cümle değil mi? düşünüyorum ama bir yere varamıyorum. çünkü düşüncelerimle sıyrılabileceğim bir yol bir düzen göremiyorum. her şey şaşırtıcı bir biçimde aydınlık gözüküyor ve bu aydınlık beni yoruyor. bu aydınlıkta iyiye, güzele dair şeylerin olmadığını hissediyorum. varsın olmasın, önemli değil ancak her şeyin aydınlaması bir anlamda neticelenmesi anlamına geliyor. ve neticelenmiş hikayelerin ömürleri de bitmiş oluyor. şimdi bana ne saçma ama her şey neticelenmiş gibi geliyor ve ben ömrümü bu ruh haliyle sürdürecekmişim gibi bir melankoliye kapılıyorum. aslında bundan delicesine korksam da bir yandan da beni ayakta tutan bir güç bu. bilmiyorum.

genetik bir travma taşıyoruz dedim ya hepimiz. kimimiz taşıyıcıyız sadece. yeteri kadar şanslıysak taşıyıcıyız. ölümlü olduğunu kabullenemiyor bence insan. her şeyin bir anda olanca hızıyla dağılacağına, biteceğine hayretle bakıyor. kurduğu, inşa ettiği evrenini kendisi haricinde bir güç yerle bir edilebiliyor.
insan hayaller kurarken, hayata ve evrene hükmedeceğini sanarken ölebiliyor. ne tuhaf! üzerine derin düşününce dehşete düşmemek elde değil.
şimdilerde catcher in the rye'ı okuyorum. galiba artık büyüdüğümü de bu şekilde anlıyorum. kahramanlar hikayeleriyle dolup taşırdığım hayal gücüm artık o kahramanların hiç var olmadığı gerçeğinden sıkılmış, yorulmuş olacak ki teselliyi anti kahramanların hikayelerinde buluyor. madem sistem böyle ve madem bu düzeni kabullenmekle mükellefim o halde iç dünyamda hiç var olmamış kahramanları beklemenin sabrı, bir şeylerin değişeceğinin beklentisi olmamalı.

keşke her şey çok küçük yaşam formlarının izlediği matematiksel yaşam modellerindeki gibi olsa. çok küçük bazı canlı populasyonları için kesikli zaman modelleri uygun görülüyor. t=0 zamanda doğuyorlar t=1 zamanda erişkin oluyorlar t=2'de ise ölüyorlar. onlar için 0 ve 1 aralığında bir yaşam şeklinden bahsedilmiyor. bizler ise o zaman aralığının göbeğinde eninde sonunda t=2'de öleceğimizden habersiz hayatın en ücra köşelerinde kök saldığımızı sanıyoruz. bir akşamüzeri t=2 olmasa bile zaman tak diyip ölebiliyoruz. dehşete düşürücü değil mi? her şeyi, tüm hayatı 0 ve 1'in arasına sığdırmaya çalışırken tak diye gidebiliyoruz.

insanla neyle yaşar? bu sorunun cevabını belki de en başından beri başka bir sorunun cevabını cevap olarak verdiğimizden hala bilmiyoruz: insan nesiz yaşayamaz? ekmek, su, umut, aşk belki de bu sorunun gayet uygun cevaplarını oluşturuyor.

özetle zamana hükmedemiyoruz. ve elbette hayata da. seda senin dediklerinin her birine katılıyorum, bir tuğla koymalı insan evet birileri ileride sen ne yaptın dediğinde bu düzeni değiştirmek için az da olsa, işe yaramamış da olsa diyeceği bir şeyler olmalı evet. ama o zamanın geleceğinin ve o sorunun bize sorulacağının bir garantisi yok. galiba bu en basit zaman hadisesini ben hala hayatımda temel bir zemine oturtamamanın sancısını yaşıyorum. sen yine de yap bir şeyler sonucunu da görmesen de, biri gelip seni takdir etmese de ya da hatalarını, neler yapman gerektiğini söylemese de, sana sen ne yaptın o gün bir şeyleri değiştirmek için diye sormasa da diyebiliriz. ama işte bu da insani tatmin ile kafa kafaya geliyor bence. adam sonucunu hiçbir zaman öğrenemeyeceği-göremeyeceği değil dikkatinizi çekerim-bir savaşta şehit düşebiliyor. uğruna öldüğü savaşta galip mi geldi yenildi mi? bilmiyor. umursamıyor belki sadece bir şeyler yapmak derdinde. ama takdir edilmese de insan madalyalar, nişanlar, apoletler takılmasa da bu insan hiç mi merak etmiyor filmin sonunu.

uzun ve belki de yer yer sıkıcı yazdım ama ben de bugünlerde kafamda bu deli düşüncelerle dehşetlerden dehşet beğeniyorum.