28 Haziran 2010 Pazartesi

Yaşamaya Dair

1

Yaşamak şakaya gelmez,
Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
Bir sincap gibi mesela,
Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
Yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
Yani o derecede, öylesine ki,
Mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
Yahut kocaman gözlüklerin,
Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
Hem de en güzel en gerçek şeyin
Yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından.

1947

2

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
Yani, beyaz masadan,
Bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
Biz yine de güleceğiz anlatılan bektaşi fıkrasına,
Hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
Yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
En son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
Diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
Yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
Fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
Belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
Yaşımız da elliye yakın,
Daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
İnsanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
Yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
Hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

1948

3

Bu dünya soğuyacak,
Yıldızların arasında bir yıldız,
Hem de en ufacıklarından,
Mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
Yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
Hatta bir buz yığını
Yahut ölü bir bulut gibi de değil,
Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
Duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...

Nazım Hikmet Ran

26 Haziran 2010 Cumartesi

Mut Mutluluk Mudur?

Mutluluk kavramı (mutsuzluk mu desem ya da) üzerine çok düşünürüm ben. Okuduğum her kitapta, her şiirde, edebi sayılabilecek her metinde mutluluk kelimesine yüklenen anlamların altını çizerim. "Mutsuzluğumuz kadar insanız, bana mutluluğumu geri ver." demiştim Mustafa Mond'a içimden haykıra haykıra başucumdan hiç ayrılmayacak o kutsal eseri -Brave New World- okurken bir kez daha.

Cemal Süreya ise ne de güzel izah etmiştir aslında mutsuzluğa dair her şeyi Mut(suz) şiirinde:

Kim istemez mutlu olmayı
Ama mutsuzluğa da var mısın?

Mutluluk ne ki? Mutsuzlukla kıvranırken bir olmaktır mühim olan. Tüm mutsuzluklara rağmen yanındakinin elini aynı şevkle tutabilmektir günün sonunda arta kalan.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Cahildim, dünyanın rengine kandım.

Bazı şarkı sözleri vardır ki dinlerken yerle yeksan eder. Cümleler birbiri ardına sıralanırken bazı sözcükler birbirlerine öylesine yakışırlar ki canlı olduklarına inanırsınız. Sözcükler melodilerine asılı olmasına asılıdır ama elinizden gelse o sözcüklerin birkaçını koparıp kendinize yoldaş yapmak istersiniz. Ne de olsa her biri yaratıcısı tarafından can bulmuş, şarkının yüreğinizi titretecek o kısmı geldiğinde damağınıza kekremsi bir tat, dudaklarınıza hüzünlü bir gülümseme yerleştirecek, bir anı bulutunu gözlerinize yaşlarla birlikte dolduracak birer sırdaştır.

Eddie Vedder'in Into the Wild için yeniden düzenlediği, seslendirdiği, bambaşka bir boyut kazandırdığı Jery Hannan'a ait Society'den örneğin;

Society, crazy and deep
I hope you're not lonely without me

cümlelerini çalsak, filmin bize tokat gibi çarptığı gerçeklere uyansak, yollara düşsek, yersiz yurtsuzluğu bir dünya görüşü olarak addetsek, ancak neden sonra yine Into the Wild'dan Guaranteed'in;

If ever there was someone to keep me at home
It would be you.

kısmında dönülmez sandığımız yollardan dönsek, yüreğimiz ağzımızda atarken eğreti birkaç kelimeyle neden döndüğümüzü açıklamaya çalışsak, olmasa hiçbiri bu kadar güzel anlatamasa...

...derken imdadımıza Glen Hansard Falling Slowly ile yetişse ve bir çırpıda söylesek o tek kişiye:

Take this sinking boat and point it home
We've still got time
Raise your hopeful voice you had a choice
You've made it now

Ancak bazen hep geç kalınır ya. Geç kalmışızdır işte bir şekilde ve Marketa Irglova If You Want Me ile seslenir bize:

Are you really here or am I dreaming
I can't tell dreams from truth
For it's been so long since I have seen you
I can hardly remember your face anymore

Her şey senin içindi bile diyemeyiz. Tüm bu göçebelik, bu ne olduğu bilinmez arayış senin içindi denilemez bir türlü. Denilecek tek şeyi Axl Rose This I Love ile demiştir bir kere:

I've searched the universe
And I found myself
Within' her eyes.

Ancak söyleyemeyiz biz yine de. Söyleyemeyiz çünkü Elvis Costello bir konuda çok haklıdır:

I can't say anymore than "I love you"
Everything else is a waste of breath

Geriye kalan kırık bir hikayedir. Ve birer insan olarak çok karmaşık bir varlığızdır biz. Gözlerimiz -dolu dolu- tekrar düşeceğimiz yolları ararız başımıza tüm bu işlerin neden geldiğini bir türlü anlayamadan. Sonra bir gün bir köy kahvesinde saç diplerimizden ayak parmak uçlarımıza değin anlarız her şeyi, neden yollara düşmekte bunca ısrarcı olduğumuzu. Çocukken babamız dinlerken burun kıvırdığımız türkülerin birinden Neşet Ertaş tek bir cümleyle tüm algılarımızı alt üst etmiştir işte:

Cahildim, dünyanın rengine kandım.

3 Haziran 2010 Perşembe

Çok Ama Çok Ayıp Bir Şey Mutluluk

Bırakıp gitmek zor olacak demiştim daha birkaç gün önce. Aslında dünya o gün de şu an olduğundan daha farklı değildi. Cennet ve cinnet kelimeleri arasındaki farkın tek bir harften ibaret olmadığını kuşkusuz o zaman da biliyordum. Tuhaf bir şey bu. İzah etmesi güç. Yine de deneyeceğim. Nasıl oluyor da hep aynı sanrıyı görüyorum? Nasıl oluyor da aynı yanılsamanın beni sarmasına izin veriyorum? Galiba anlayamıyorum. Zira ben ne zaman hayatın muhteşemliğine iman etsem bir şey, çok kötü bir şey oluyor. Evet, biliyorum. Benim gözüm güneşe, yaprakları saran ışıltılara, kulağım kuş cıvıltılarına takılmışken ve ben neşeye boğulmuş pervasızca kahkahalar atarken de çok kötü şeyler oluyor dünyada. Aslında her saniye insanlığa ve dünyaya yakışmayacak, üzerine eğreti olacak şeyler yaşanıyor. Kimisine vakıf oluyoruz, kimisini asla duymuyoruz.

İşte bu ağırıma gidiyor. Böyle yaşamak ağırıma gidiyor. Çünkü aynı gün içerisinde yitip gidenlere üzülürken insanlığın dehşet anına tanıklık ederken günün sonunda dostlarla beraber olup sanki hiçbir kötülük olmamış, sanki hiç kimse ölmemiş, sanki hiç kimse acı çekmemiş, sanki Kabil Habil'i hiç öldürmemiş gibi yaşamak, gülmek, eğlenmek ağırıma gidiyor. Ve müthiş bir suçluluk duygusuyla kıvranıyorum.

Gerçekten hem kutsal hem de lanetli topraklar mı buralar? Bu cennet ve bu cehennem aynı coğrafyaya mı konuşlu sahiden? Bir çocuğun bedeninden neden 5 kurşun çıkar 4'ü kafasından biri göğsünden olmak üzere? Bir genç kadın, bir kahraman siper etmişken gövdesini bir dozere o dozer neden üstünden defalarca ama defalarca geçer?
Dünyanın en büyük gaddarlığına maruz kalmışların çocukları, torunları neden daha sonra böylesine gaddarlaşırlar? Mazlum ne zaman zalim olur?

Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır demiş Adorno. Bunca barbarlığın içinde yaşamak ve yaşadığına mutlu olmak nedir peki? Ancak Küçük İskender demişti:

Çok ayıp bir şey mutluluk.