25 Nisan 2010 Pazar

Bir bahar günüydü, öldüm.

Yine aynı hastalıklı düşünce geldi buldu beni baharın gelmesiyle birlikte. Ben her bahar neşeden çıldırır, salak saçma bulduğum her anda güneşe yüzümü döner, güneşin gözlerimi kamaştırmasını beklerim. Mutluluk sarar dört bir yanımı ve sonsuza dek mutlu olacağım hissine kapılırım. Ancak kısa sürer bu. Hastalıklı kısım da burada başlıyor zaten.
Bu neşe ve mutluluk buhranlarında(!) ben birden her şeyin biteceği endişesiyle sarsılırım. O an en yakınımda kim varsa onun bir gün öleceği gerçeği gelir beynime yapışır. Hiçbir yakınım yoksa da yanımda bankta oturan bir çift, bir yaşlı amca, otobüs bekleyen bir teyze gözüme ilişir ve işte herkes ölecek derim. Bu anlarda Tanrı'ya karşı çok büyük günahlar işlerim. O'na kendi içimde bir isyan bayrağı açarım. Sadece güzel bir bahar gününde ölüm gerçeğini yüzüme ansızın çarptığı için değil, sahi sahi güzel bir bahar günü birileri öldüğü için.
Uzun zamandır kafamı kurcalayan bir cümle var. Daha önce de bir yerlerde bahsettim diye hatırlıyorum. Beni çok derinden etkileyen bir cümle: "Hep başkaları ölürdü." Marcel Duchamp'ın mezar taşında yazan bu cümle çok anlamlı, çok trajik... Bu aslında başlı başına bir travma yaratacak denli büyük bir cümle... Hakkını vermek gerek, insanoğlunun muhteşem zaafını ortaya koymak yönünden de başarılı bir cümle... Güzel bir bahar gününde dahi beynimizi kemiren bir gün herkesin öleceği fikrine rağmen yine de hep başkalarının öleceğini sandığımız bir sabaha uyanırız her gün. Ben buna ölümlülük travması diyorum. Gönül isterdi ki, psikoloji okumuş olayım. Ama yok, bu konulara pek vakıf değilim. Önceleri, daha küçükken hayatımın sonlandığı anda mutsuz olmamayı dilerdim. O zamanlar da şimdiki gibi reenkarnasyona inanmıyordum ve eğer mutsuz olarak ölürsem bir hayatı boşuna yaşamış gibi olacağım diyordum. Çünkü bir daha yoktu. Çünkü yarın yoktu. Çünkü ertesi gün yoktu. Ne bileyim hafta sonunu iple çektiren derbi maçını göremeden ölme ihtimali vardı hayatta. Çok büyük ideallerden, hayallerden bahsetmiyorum. En sevdiğin yönetmenin son filmi vizyona girmeden ölme ihtimali bile beni ürkütüyordu. Kaldı ki, uçsuz bucaksız hayallerle bezeli bir hayatın kendi devrimini görmeden sonlanması korkutucunun da ötesindeydi. Mutsuz ölmek beni korkutuyordu. Uktelerim kalmamalıydı. Beklentilerim olmamalıydı herhangi bir şekilde. Bir nevi nirvanaya ulaşıp ölmeliydim. Böylece adil gelebilecekti ölüm bana. Ancak zaman geçtikçe ölümün hiçbir koşulda adil olamayacağını ve hiçbir etkenin ölümün nedensizliğini maskeleyemeyeceğini anladım.
Bu sefer mutluyken de ölmemeliydi insan. Garip bir çıkmaz yarattım kendime. Mutsuzken de, mutluyken de ölmemeliydi insan. Mutsuzken ölmemeliydi çünkü önünde mutlu olacağı günler vardı insanın. En basitinden hafta sonu sinemaya gidebilmeliydi. Ancak mutluyken de ölmemeliydi insan çünkü adı üstünde MUTLUYDU! Mutluyken her şeyin darmadağın olması nasıl adil gelebilirdi ki? Mutluyken ölmeyi ne adil kılabilirdi ki?
Sıralı ölüm dedi işteki amirim eşinin babaannesinin vefatının ardından. "Sıralı ölüm" Yani Tanrı bizi sıraya dizmiş öldürüyor. Öyle mi? Bazen de sırayı önemsemiyor, herhangi birini çekiyor listeden ve o kişi artık mavi gezegende canlı bir şekilde ikamet etmiyor. Öyle mi?
Bazen o kadar çok düşünüyorum ki ölümü dünyaya yaşamaya gönderilmekten çok, ölmeye gönderilmişiz gibi gelyor. Bütün insanoğlu ölmeyi gafletle bekliyor.
En çok güzel günlerde takılıyor bunlar aklıma. Kasvetli, yağmurlu günlerde uğramıyor pek bunlar. Galiba güneşli günlerde ölmek çok trajik geliyor bana. Bir yakıştırmama durumu olmalı daha çok.
Bundan 2-3 sene önce bir yaz akşamında bir vefat haberi almıştık. Vefat edeni televizyonlardan tanıyorduk sadece. Gençti, ölmek için çok gençti. Ve ondan öte mevsim yazdı. Nasıl desem yaprak dahi kıpırdamayan yumuşacık bir yaz akşamıydı. Televizyonlardan tanıdığımız o gencin vefatını da televizyonlardan öğrendik. Kendimi balkona attığımı anımsıyorum. Evimin sokağından gelen kuş cıvıltıları, o yaprak kıpırdatmayan sakinlik, yumuşak bir hava, dondurma yiyen insanların telaşsız ayak sesleri... Her şey bu kadar normal ve olağanken birileri nasıl ölürdü?
O gece aklıma takılan en mühim soru şuydu: Bir insan bir bahar/yaz günü neden ölür? Sadece bahar ve yaza indirgemek belki yanlış ancak aklıma musallat olan o soruda mevsim bahar veya çoğunlukla yazdı.
Sıralı ölüm bile bana korkunç gelirken ya bir de sırasız olursa... Bir gün ölümü düşünmekten yaşayamayacağımı düşünmeye başlıyorum.
Ölme fikri bir travma bence ve insanoğlunun bu travmadan kaçışı yok. En özel anlarını yaşadığı "benim" diye sahiplendiği köşeler, bucaklar, evler bile onun ölümünün ardından bir başka insanoğluna geçecek. Yürüdüğü sokaklarda daha doğmamış olanlar yürüyecek bir gün.
Tanrı'ya karşı çok büyük günahlar işliyorum dedim ya. İşte bizi bu dünyaya, bu dünyayı bize verdiği için Tanrı'ya çok minnettarım ama bizi ölüme, ölümü bize verdiği için O'na çok ama çok kırgınım.