20 Eylül 2019 Cuma

Düş


Beni öldüreceklerdi, biliyordum. 
Evimi, sokağımı dağıtmışlar, beni, ailemi sürmüşlerdi. 
Cebimde ne zamandan beri sahip olduğumu bilmediğim bir silah vardı.
O silah beni korumalıydı. 
Birinin ben ilerlerken bana saldıracağından emindim. 
Biri beni durduracak, 
canıma kastedecek, 
dişlerimi sökücek, 
saçlarımı kesecek, 
etlerimi kemiklerimden kaşıklarla kazıyıp, 
bir ısırıkta, 
bir lokmada yutacak, 
benden geriye kalanları 
bir mücevher 
bir madalya gibi 
boynunda taşıyacaktı.
İşte bunu bilerek yola çıkmıştım. 
Tek başımaydım.  
Kimsenin beni koruyup kollamayacağını bildiğim halde arada arkama bakıyordum. 
Kimsecikler yoktu. 
Önüm birçok, çeşit çeşit düşmandan ibaretti. 
Düşmanlarım, görünmezlerde, bana pusu kurmuş beklemekteydi. 
Bildiğim tek şey ilerlemek zorunda olduğumdu. 
Geri dönemezdim. 
İçinden geçtiğim kasaba, kovboy filmlerindeki kasabalara benziyordu. 
Terk edilmiş gibi gözüken, 
içinde insanların yaşadığı 
ama hepsinin kendilerini güvenli alanlara alıp 
olup biteni camlarından izlediği 
bir kasaba. 
İlk kurşun yanıbaşımdan geçti. 
Ateş edeni göremedim, 
uzaktaydı. 
İkincisi öteki yanıbaşımdan.
Bir türlü hedefi tutturamıyordu. 
Hadi bir daha, 
üçüncü kurşun.
Yine olmadı. 
Ne kaçmaya çalışıyordum 
ne de kendimi korumaya. 
Elim cebimdeki silahıma bile gitmiyordu. 
Ne geri gidebiliyordum, 
ne de ileri. 
Sonra onu gördüm, 
hedefi tutturamadığından canı sıkılmış olacak 
bana yaklaşmaya başladı. 
Uzaktan ateş ederek yanıma gelmeye başladı. 
İşte ancak o zaman elim silahıma gitti. 
Silahımı ona doğrulttum, 
tetiği çektim. 
Boş. 
Sıkılacak tek mermim kalmamış. 
Ne zaman, 
nerde, 
kime 
harcadım tüm cephanemi? 
Şimdi ne olacak? 
Neden geriye gidemiyorum? 
Neden kaçamıyorum? 
Neden kaçmıyorum? 
Neden evlerindeki insanların hiçbiri yardım etmeye çalışmıyor? 
Yaklaşıyor. 
Hedefi bir türlü tutturamıyor ama yaklaşıyor. 
Eğer yüzyüze gelirsek, 
eğer elindeki silahın namlusu alnıma bir kere değerse 
işte o zaman, 
hedef yerini bulacak, 
işte o zaman her şey bitecek. 
Son anda, 
gerçekten son anda, 
sağımdan ve solumdan 
kurşunlar yağıyor düşmanıma. 
Arkamdan geliyor bütün hepsi. 
Düşmanım yaklaşmaya devam ediyor 
ama beni savunan birileri var. 
Arkama dönüyorum 
usulca ve şaşkınlıkla. 
Birilerinin beni koruyacağına hiç ihtimal vermemişken kim bunlar? 
Her biri kavruk tenli, 
hafif şişman, 
birer devrimci gibi çatışmada uzman. 
İçlerinden biri bağırıyor bana 
“Dayan!”.

18 Şubat 2019 Pazartesi

Ranza

Tüm ilk gençliğim doğuştan default olarak geldiğini sandığım melankolimin arkasındaki gerçek sebebi aramakla geçti. Öyle ya, bir şeyler olmuş olmalıydı, ben küçükken, bit kadarken, hafızamın yetmediği dönemlerde içime işlemiş bir şey olmalıydı ki ben böylesine zamandan, ölmekten, yitmekten korkayım.

Ah insan beyni öylesine büyüleyici bir yer ki... Öyle dipsiz kuyular, öyle dehlizler var ki... Öylesine sürprizler var ki insanı bekleyen... Öyle anılar var ki travma olduğundan bihaber... Bazısı tam gözünün önünde senelerce durur. Ben onun varlığının farkındayımdır, insanlara anlatmışımdır. Normalde en derin yaralarını saklamayı marifet sanan ben ne hikmetse bu ilk yaramı hiç çekinmeden herkesle paylaşmışımdır Fiziksel bir yara olduğu için mi? Gerçekten yere tüm hızıyla somut bir şekilde çakıldığım için mi?

En güçsüz hissettiğim dönemlerde insanlar beni çok güçlü sanarladı. Oysa ben evden okula, okuldan eve dönüşlerimde zihnimin derinlerine iner, bir travma bulmaya çalışırdım. Sanki bulsam, tespit etsem bir anda mutlu bir insan olacak ve geçip giden zamandan bu kadar korkmayacaktım. Hiçbir zaman bulamazdım. Çocukluğuma dair hatırladığım bölük pörçük birkaç anıdan her biri sıradan gözükürdü gözüme. Gözümün önünde dururlar, etrafında dolaşır ama hiçbirini tekrar ziyaret etmezdim. Hep daha fazlasını, daha büyüğünü beklerdim. Öyle olmalı sanardım.

O yüzden seneler sonra -evet 25 küsür sene sonra- dudağımda çıkmış uçuğumla, çocuksu düz kesim kahküllerimle işyeri tuvaletinin aynasında aksimi gördüğümde birden gözyaşlarına boğulmam benim için de sürpriz oldu. Oysa rüyalarımda vardı bu. Rüyalarım, iç dünyam, evden okula okuldan eve dönüşlerim, diş tellerimin hikayesi bana demekteydi: Bak işte bak buradayım. Neden görmek istemiyorsun? Boşuna başka yerlerde debeleniyorsun. Ben buradayım. Sen küçücüktün, kuzenin seni yüksek bir yere koyup atlamanı istedi senden, sana seni tutacağını söyledi, sen ona inandın ve yere çakıldın. Seni tutmadı, bile isteye tutmadı. Ağzın yüzün şişti, yıllar sonra çenende hasar bıraktığını, diş teli takman gerektiğini öğrendin. Bunların belki de hiçbiri o kadar da önemli değildi. Sana ilk yalan o zaman söylendi. Ve sen inandığın o ilk yalanın bedelini yere çakılıp bilincini yitirmenle ödedin. O günün fotoğraflarında dudağın patlak ve şiş, kahküllü saçlarının ardından gözlerin gülümsemeyecek. Bir şeyler kırılacak içinde, sen bilmeden. Bu hatıranın hayaleti seni yıllarca rahat bırakmayacak ama sen anlamayacaksın bile çünkü bambaşka yerlere bambaşka şeylere dönüşecek.

İşin ilginç kısmı aslında bundan sonra başlıyor. Benim kimseye inanmamam ve güvenmememle... Bir yerlerden atlanacaksa biri beni itmeden, biri beni kandırmadan kendi isteğimle atlamamla... Hayatımda attığım cesaret dolu gözüken her adımda aslında düşmekten ölesiye korkan küçük bir kız çocuğu var. O küçük kız çocuğu bir başkası ona zarar vermeden, ne olacaksa olsun dercesine, atlıyor bilinmezliğe. Yere çakılacaksam da kendi kararımla olsun diyor.

Küçük basit önemsiz gözüken şeylerin gücü karşısında eğiliyorum. Ve Orçun abi seni affetmiyorum.

29 Ocak 2019 Salı

Kasımpatı

Uzun upuzun yazlar bitti. Geriye bir arabanın arka koltuğu kaldı.
İşte gidiyoruz yine. Rüya mı gerçek mi? Ne önemi var ki? Ben arka koltuktayım.
Arka koltuğa saplanmış, kalmışım üstelik. Güç bela bir şeyleri yerli yerine oturtuyorum
Mütemadiyen değişen manzaraları hızlı çekimde izliyorum. Ağaçlar, boş araziler, yeşillikler ve bol sarılar geçiyor gözlerimin önünden durmaksızın. Sahi biz ne zaman dururuz? Ne zaman durur da soluklanırız? Ne zaman birbirimizin gözlerinin içlerine bakarız gözlerimizi kaçırmaksızın? Olmaz, değil mi? Bir şeylere geç kalındığından değil. Bir şeyler uzaklarda bir yerde küçülerek kaybolduğundan da değil. Ruhumuzu kemiren sıcaklığında yarınları telaşla beklediğimizden de değil. Eğer gözlerimiz birbirine bir kez olsun değerse biliriz ki tüm yaşananlar sıfırlanacak, bir başka geçmişin hükmü sürecek o andan itibaren. İşte ondan korkarız. Lanet ettiğimiz geçmişi sıfıra çekmekten korkarız. Nasıl olur da yaşanmışlıkları tüm acısına rağmen hükümsüz kılabiliriz?

Ben keyfini sürdüğüm çocukluğumun da sona ereceğini biliyordum. İşte o yüzden en deli dolu çağımda bile o kadar da deli değildim. Çünkü bilirdim. Bu yaz bitecek, bu sıcaklar geçecek. Kış gelecek. Sonra kış da geçecek, getirdiği karlar eriyecek ve yeniden yaz gelecek. Tekrar kış, tekrar yaz. Tekrar kış, tekrar yaz. Bu hiç bitmeyen döngüde bir gün gelir de döngü kırılır mı diye bekler dururdum. Sanırdım ki zaman geçtikçe, yıllar aktıkça günlerden bir gün bir şeyler olacak da kış gelmeyecek ya da yaz diye bir şey hiç olmamış olacak. Ne ahmakça! Üstelik neden? Neden böylesine arzulardım olağanın dışında gerçekleşecek büyük bir kırılmayı? Kendimden kaçmak için mi? Olduğum kişiden uzaklaşmak için mi? Türümü inkar etmek için mi? 

Türümü ne enlemde ne boylamda inkar edemezdim oysa. Böyle bir düzlem, böyle bir evren inşaa edilmemişti. Hayatı okumaya ve okuduğumu anlamaya başladıktan sonra anladım ki saplanmak zorunda olduğum bir evren de vardı üstelik. Ne yapacaksam bu evrende yapmak zorundaydım. Güleceksem de, düşeceksem de, ağlayacaksam da, aşık olacaksam da, acı çekeceksem de hepsini bu evrende yapmak zorundaydım. Kaçış yoktu. Kaçış kelimesi tanımsızdı.

Ama arabaların arka koltukları beni bazen bir yerlere götürürdü işte. Arka koltuğa yerleşir, düşüncelere dalardım. Düşüncelerimi hayata geçirmeye kalkıştığım andan itibaren işler ters giderdi sonra. Bana karşı kurulmuş bir sabotaj olarak okurdum tüm aksi giden her şeyi. Yine de beklerdim. Beklerdim büyük, kocaman, tanımsız, her şeyi değiştirecek 'şeyin' gerçekleşeceği günü. Bir türlü hiçbir şey gerçekleşmezdi. Tamam geçmiş hükümsüz kalmasındı ama ya kaçmak? Arkana bakmadan bu evreni terk etmek? Bir damla gözyaşı dahi dökmeden tertemiz bir terk ediş? Sıfırcasına bir deliriş?

Bu evreni terk etmek istiyordum. Karanlıkta saatlerce kımıldamadan oturmak istiyordum. Konuşmadan anlatmak istiyordum.Yarın diye bir şey olmasın istiyordum. Bedenimin yörüngesini değiştirmek istiyordum. Organlarımsız var olmak istiyordum. Ne de çok şey istiyordum?

Anladım ki bu evreni terk edemedikten sonra geride kalan hiçbir şey geride kalmıyor. Kimseyi geride bırakamıyorum. Hiçbir şeyi geride bırakamıyorum. Hiçbir acıyı, hiçbir sevinci terk edemiyorum. Hepsi benimle birlikte arabanın arka koltuğunda bir yerlere gidiyor işte. Yörüngeme takılmışlar. Kıramıyorum yörüngemi. Yörüngemde geçmiş ve gelecek, dönüp duruyoruz. Tekrar kış, tekrar yaz. Gelecek, geçmiş, gelecek, geçmiş. Tekrar kış, tekrar yaz. Oysa ben bugünü bile ateşe verip fırlatmak istiyorum tanımsız, zamansız, yersiz yurtsuzluğa.