14 Aralık 2009 Pazartesi

Siyah, alabildiğine pastel bir renktir.

Siyah ve beyaz görüntülerden bir kırmızı, bir mavi gibi ışıldamak... Gri çimenlerde coşkuyla zıplamak... Siyah - beyazsınız, öyle mi? Eğer öyleyseniz, ben nasıl olur da sarının, turuncunun tüm tonlarının oluşturduğu ışık huzmesinin gözlerinize doluşunu böylesine net görürüm? Nasıl olur da gökyüzünün maviliğine, çimenlerin yeşilliğine gördüğüm grinin aksine iman edebilirim?

The Beatles senden başkasını düşleyemiyorum. Ve galiba istemiyorum.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Kimliği değil teneffüsü meçhullerde...



Meçhul Öğrenci Anıtı, Ece Ayhan'ın pek sevilen şiiri... Meçhule giden hiç büyüyemeyecek çocuklara yazılmış ve onlardan çalınan her şeye inat onların olan bir şiir... Birgün Gazetesi köşelerini gözden geçirirken Melih Pekdemir'in köşesinde rast geliverdim dizelerine yeniden. Bu kez Ceylan için yazılmıştı. Bir teneffüs daha yaşayamamış Ceylan için... Artık sadece zarfsız kuşların görebileceği Ceylan çok uzaklarda ya da aslında çok yakında. Juan Génoves'ın fırçasından çıktığı üzere; bir sınırın tam ortasında belki de sınırın olanca varlığında. Karşıdakilerin de küçülen siyah noktalardan olduğunu bile bile, bizi birbirimizden ayıracak tek şeyin siyah üstüne çalınmış kırmızı olduğunu bile bile, Ceylan bir teneffüs zilinden koşarak uzaklaştı artık.

Ama üzülme annesi!

Sınırlar güvence altında. Sınırlar koruma, kollama altında. Artık bu devlet Ceylan'ı daha da çok seviyor, daha da çok koruyor, kolluyor. Çünkü Ceylan bir sınırın yılmaz bekçisi artık...

"Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır." Bir bakın Ceylan'ın kalbine, binlerce ölü çocuk göreceksiniz.


5 Ekim 2009 Pazartesi

Leyla Giderken, Sözü Eksik Kalırken...

Ey Sareban, kervanında bana da yer var mı? Dokunduğum her yer ıslak ve ben üşüyorum. Üşümek değil istediğim. İstiyorum ki, istiyorum ki Leyla'yı götüren kervanın açlıktan ve soğuktan delirmiş kör bir yolcusu olayım. Bir tek Leyla'yı anımsasın türlü işkencelerden geçmiş zihnim. Annemin, kardeşimin ve gençliğimin ırzına geçilmiş olduğunu unutayım.

Ey Sareban, kervanının geçtiği yolları ezbere bilirim. Hepsini yazmıştım defterime, defterim ve gözlerim çölde umarsız bir uykuda kaybolmadan hemen önce. Leyla'nın ayak izlerini arardım. Dokundukça dağılan kum tanelerine bir meczupmuşcasına gözleri sabitlenen sen değil, bendim.

Ey Sareban, Züleyha senle kalsın. Aslı senin kulun, kölen olsun. Bana Leyla'mı ver! Leyla, bir çift gören gözün göremeyeceği denli güzeldir. Onu göremezsin. Onu göremez ve incitirsin. Su sakinliğinde durduğuna bakma! Dağlanmış bel çukurunda dağılmayı, dağılırken dünyanın geri kalanını da kendiyle beraber dağıtmayı bekleyen acıdan mürekkep bir yemini var.

Ey Sareban, kervanın senin olsun. Bana Leyla'mı ver! Düşlerimi de, gözlerimle birlikte aldılar. İnan olsun sözlerimi de senle bırakırım. Bana bir tek Leyla'mı ver!

20 Ağustos 2009 Perşembe

En Arabesk Hislerin Müptelası

Wuthering Heights'da (Uğultulu Tepeler) Heathcliff, ölüm döşeğindeki Catherine'e usulca sokulur ve şunları der:

- I love my murderer. But yours? How can I?

Melankolik bir aşkın ve o aşkın tüm ızdırabının hikayesidir Wuthering Heights. Tokat gibi çarpar Heathcliff'in zalimliği ve korkutucu sadakati. Sevdiği kadının mezarını yıllar sonra elleriyle kazıyarak açacak denli çıldırmış bir meczuptur yine de. Kendi katiline aşıktır, ama sevdiği kadının katiliyle bir ömür yaşamak zorundadır.

11 Ağustos 2009 Salı

Almanca okumaya inanmak!

Ortaokul ve lise hayatı Almanca eğitimden geçmiş bir yurttaş olarak Almanca'dan çok nefret ettiğim zamanlar oldu. Ancak ne zaman ki bir Bertolt Brecht'i, bir Franz Kafka'yı orijinal dillerinde okuma şansına sahip olduğumu anladım Almanca'ma sıkı sıkı sarılmam gerektiğini de öğrendim. Şimdilerde yine, yeni, yeniden Almanca şiirler, kısa öyküler okuyorum. Ne yalan söyleyeyim Almanca'da çocukken bulamadığımı sandığım o tılsımı şimdilerde galiba bulduğumu düşünüyorum. Tam bu düşüncelere gark olmuşken Franz Kafka'nın "Der Prozess" yani "Dava" NTV Yayınları'ndan çizgi roman -Türkçe- olarak çıktı. Hemen aldım, bir çırpıda okudum. İçimi zaman zaman bir kasvet basmadı da değil. Ama iyi bir şeye işaret bu. İnsana bir sabah aniden açıklanmayan bir sebepten ötürü tutuklanabileceği olasılığını sunan "Der Prozess"in karanlığını yansıtabilmiş olması gerçekten önemli bir çizgi roman için. Haliyle kapıldığım bu kasvet duygusu da olağan bir hal alıyor.



Her neyse diyeceğim o ki "Dava"yı bir çizgi roman klasiği olarak da beğendim. Olur da başarabilirsem orijinal dilinde olan çizgi romanını da kütüphaneme koyacağım. Beni izlemeye devam edin!

9 Ağustos 2009 Pazar

En önce çocuktum, sonradan büyüdüm

Hiç çocukluk yaşanmamış bu evin
hep bir yerlerinde çocuk olmak istedim.
Dolup taşarken mavi camlardan içeri insan seli,
kuru, paslı ve tütün kokan parmaklıkların
hep bir yerlerinde çocukluğumu aradım.
Kahramanım yoktu.
Hiç olmadı, olamadı.
Ben çocuk kalsam, çocuk benle kalmadı.

31 Temmuz 2009 Cuma

Konuklar

Konuklar bir şeyleri alıp
bir şeyleri bırakıp gittiler
Bütün sigara tablaları dolu
fincanların kimi boş
kimi yarım
kiminde dudakların izi

Duvarda hala
o içtenmiş gibi yankılanan
çıngıraklı kahkahalar
Perdelerin kıvrımına gizlenip
seyrediyorlar hala
bırakıp gittikleri kulaklarıyla

Ah evet susturmalı şu
dönüp duran plağı da
kaçıncı kez dinlenildi bu gece
bu madeni sesli kadın
sevilen yanını da yitirdi
her yeniden döndürüldükçe

Konuklar gittiler
götürdüler çoğu sıkıntıları
yeni sıkıntılar bırakarak yerine
çın çın çınlayan bu oda mıydı
daha biraz önce
Ah evet konuklar gittiler

Şimdi hemen avuç avuç
soğuk sular serpip yüzüne
çekmeli derin derin kahkahasız havayı
Açmalı bütün pencereleri ardına dek
Gökyüzü yıldızsızmış
Olsun

Gökyüzü kadar karanlık
ve yıldızsız değil yüreği
bölüştü neyi varsa konuklarla
saklısız gizlisiz bir bütündü bunca zaman
bunca zaman acının iğnesi
çizip durdu içinin plaklarını

Açılan pencerelerden fırlayıp
giderken çın çın kahkahalar
kulaklar, süzgün gözler
ve pırlanta yüzüklü ince eller
doluyor ağır ağır bir linyit kokusu
başlıyor gezinmeye bütün köşeleri

Ah evet yine de kalmıştı
yüreğinin en kuytu yerinde
çığlığımsı kahkahaların giremediği
küçücük bir sığınak
baharı orada yeşertmekti umudu
gizlemişti bütün konuklardan

Koltuk, masa, çekmece, kitaplık
derken sızıyor o ağır linyit kokusu
yüreğinin kuytu yerine
kararıyor artık son aydınlık bölge de
başlıyor kan kusmacasına
bir baş dönmesi

Bir mal beğenircesine
gelip pazara çekmişler
bölük bölük etmişlerdi yüreğini
Konuklar! Ah evet onlar
çoktan gitmişlerdi sıkıntılarını
ve gizlerini yüklenip

Sunulucak neyi kaldı ki
pare pare yüreğinden başka
çıngıraklı
kahkahalı
yeni konuklara

Ahmet Telli/Hüznün İsyan Olur


Bazı konuklar hiç gitmesinler diye...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Mutsuzluğumuz kadar insanız, bana mutsuzluğumu geri ver!

"Ben keyif aramıyorum. Tanrı'yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum."
"Aslında, dedi Mustafa Mond, "Siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz."

Aldous Huxley, Brave New World



27 Temmuz 2009 Pazartesi

Varlığımın bir değeri olmalı...

Bir başka varoluş için yaşamak ne denli anlamlıdır? Gerçekten var olup olmadığını geçtim, sırf o öteki dünyayı düşleyerek yaşamak ve dünya hayatını bir bakıma küçümseyip onu salt bir sınav olarak algılamak, "Esas hayat ahiret hayatıdır" demek insanın bir soluk daha fazla nefes alabilmek için soğuk terler dökeceği kendi yaşamına bir hakaret değil midir? En doğru ifadeyle ya da; kendi varlığına sadakatsizlik değil midir? Sahiden varlığının hiç mi değeri yoktur ?

Corliss Lamont demiş işte: "Bu yaşam hepsidir ve yeter." Şimdi tam şu saniyede burada olmak, nefes almak, bir başka dünyanın ya da varoluşun, ebedi bir ödülün müjdesinin ya da ebedi bir azabın korkusunun dayanağı olmadan, değerlidir.

İnsan salt insan olduğu için değerli olduğu gibi, insan hayatı da salt öyle olduğu için değerlidir. Bir başka dünyanın gölgesine de, aydınlatmasına da ihtiyaç olmadan...

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Küçük Kara Balık

Ben küçük kara balık,
döndüm işte.
Gitme demiştin,
ama gitmem gerekti.
Başına buyrukluk değildi bu.
Gözlerimle görmem gerekti,
dünyanın öte ucunu.

Gittim, gördüm, yenildim ama gittim.
Ve bak işte:
Döndüm.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Tümce Kurmaca Oyunu

Bir tümce kurdum, eksik çıktı. Tüm bunları ben kurgulamadım. Mitolojik bir var oluş da değil yaşantım. Ben dünyaya geldiğimde var oldum. Öncesini de pek bilmem, tek hatırladığım bunları ben kurgulamadım. Tümce kurmaca adlı oyunu da ben icat etmedim. Ben varlığımın süreç içerisinde şekil değiştirmesine izin vermeden önce de, lisan denilen şey vardı. Tümce kurmaca oyunu işte o kadar eskidir. Ben bir tümce kurdum, eksik çıktı. Öznesiz ve yüklemsiz bir tümce olmayacağını söylediklerinde ilk gençliğimin baharındaydım. Ne özne olmak istedim ne de nesne… Hayatta illa ki bir şey olmanın gerekliliğini de çok sonra öğrendim ama hiç kabul etmedim. Kusursuz bir çağın başlangıcını müjdelediklerinde etrafımda olup bitene vakıf olmaya çalışıyordum. Lisan denilen şeyi epeyce çözmüş, tümce kurmaca oyununda hafif sıyrıklarla ayakta kalmayı başarmıştım. Eksik tümcelerimi tamamlamam gerektiğini söylediler. Dayatmaların kuşatmasında tümcelerimi temize çıkarma derdindeydim. Tamamlama sürecini hiç bitiremedim. Yeni tümcelere yeltendim. Yarıda kalan başarısız eylemlerin ardından kitaplarla oyun oynamaya başladım. Okunmuş her kitaba bir damga basarken, okumadığım bir kitaba başka bir damga basmaya başladım. Damgalar karıştı, tümceler birbirine girdi ve ben vakıf olduğum tüm öğretileri yitirdim. Ben en yükseğe uçtum atmak için bedenimi boşluktan boşluğa, çaresizliğin kollarında. Düşeceksem eğer dünyanın dibine en yüksekten düşeyim dedim. Çünkü haklı olabilirlerdi. Evet, benim tümcelerim eksikti. Ama yine de dinlenmeye değerdi.

10 Temmuz 2009 Cuma

Vietnam vs. Disneyland

Yer Vietnam sene 1972, napalm bombaları gökyüzünün derinliklerinden yeryüzünün derinliklerini sadece bulmakla kalmıyor, yeryüzünü üstündekilerle beraber yakıyor, kavuruyor. Mission completed! God bless United States of America!! Kim Phuc o esnada yanmakta olan çıırılçıplak bedeniyle koşuyor. Etrafı onun gibi niceleriyle dolu. Nick Ut o anı ölümsüzleştiriyor ve Pulitzer ödülünü kapıyor.

Nick Ut'un Pulitzer ödüllü fotoğrafı

Seneler sonra kimliği muallakta anarşist ruhlu bir sanatçı -Banksy- hınzırca sanatını icra ediyor. A work of ART! Kim Phuc'un ağlayan yüzüne, yanan bedenine inat Ronald Mcdonald 'ın ve Mickey Mouse'un yüzünden gülümsemesi eksilmiyor. Napalm bombası onlara işlemiyor. Ne de olsa Mc Donald's gibisi YOOK! İşte bunu seviyorum. Yoksa lovin' it miydi?

Yok, ben sevmiyorum, palyaçolardan da öteden beri çok korkuyorum.

Banksy'nin nice güzel işlerinden biri.

26 Haziran 2009 Cuma

Cunta ve Neverland Aynı Cümlede...

Bir arkadaşım aklıma düşürdü. Sabahın erken saatlerinden beri Across The Universe'i dinliyorum. Hani, şu artık sayısını tutamadığımız kere cover'lanmış The Beatles eseri. Garip; aslında Billie Jean ya da Smooth Criminal dinlemem gerekti bugün. Zira Michael Jackson efsanesi nihai sonuna ulaştı. Kimileri bir yıldız daha kaydı diyor. Kimileri de bir Elvis diyor, bir Freddie diyor ve tabi ki bir de John diyor dünyayı böylesine kasıp kavurdu.

Seneler evvel, portakalda vitamin dahi olmadığım zamanlar yani, rock'n'roll adına, pop adına, insanlık adına, masumiyet adına, barış adına ve elbette devrim adına birtakım adamlar, birtakım kahramanlar çıkmış er meydanına. Çok güzel cümleler kurmuşlar. Çok cesaret dolu işlere imza atmışlar. Böyle değildi biliyorum o zamanlar. Biliyorum, çünkü sandığım kadar kayıp değilim. En azından umuyorum.

Daha yeni Nida Sultan öldürülmüş İran'da. Mide bulantısından öte bir işe yaramayan gazeteler çarşaf çarşaf onun vurulduğu anda çekilmiş videodan yüzünün kana bulandığı kareleri dondurup dondurup manşet yapmış. Daha bu ne ki demem gerek belki. Münevver Karabulut'un hunharca katledildiği malum cinayette kullanılmış olan kana ve saça bulanmış testerenin fotoğrafı, artık hangi habercilik anlayışı ile kuşatıldığı muallakta olan Habertürk gazetesi tarafından bilmem kaç puntoda yazılmış "İşte o testere!" başlığı altında manşetten verildi. Ekmek, gazete almak üzere bakkala yollanan çocukluğum geldi aklıma sadece. O sıralar okul zamanı Pazar günlerime, yaz tatili zamanı hemen hemen her günüme bir kabus gibi çökebilecek en büyük travmam biraz yaşlıca olan bakkal amcanın tezgahın önüne sermiş olduğu Bulvar gazetesi üstünde peynir, ekmek yemesiydi. Şimdi öyle değil. Gözünü artık kapatmış olsan da çoktan gözüne ilişmiş o fotoğrafı gördükten sonra gazete bayisinde kitlenip kalmak gerek. Ne tür bir hüküm verilmesi gerektiğini kestirememek gerek.

Ölüm bunca olağan mı onlar için bilmiyorum. Ancak "Çocuk Tacizcisi Michael Jackson öldü" diye duyuruluyorsa birtakım gazetelerce Michael Jackson'ın ölümü, bunun arkasında ölümü olağan karşılamaktan da öte hastalıklı bir fikir yatmalı. Ben Michael Jackson fanı hiç olmadım. Sevdiğim şarkıları oldu. They don't care about us ya da Heal The World gibi. Billie Jean'i ise elbette sevdim. Ama Michael Jackson'ın beni öyle derinden etkilediğini söyleyebilir miyim bilmiyorum. Ben The Beatles için yanıp tutuşuyordum. Bilmiyorum, belki de favori Beatle'mın George Harrison olduğu The Beatles'i sevmek daha kolaydı. Ne de olsa çoktan efsaneleri nihayete ermişti. Ortalığı kasıp kavurmuşlar, milyonları peşlerinden sürüklemişler ve dağılmışlardı. John Lennon'ın ölümüne de yetişememiştim ne de olsa. Zihnimde asla tekrar birleşiyorlarmış umudu doğamayacaktı bu yüzden. Ama eğer Michael Jackson'ı derinden sevmeyi seçseydim olacakları biliyordum belki de. Düşüşüne, hakkında çıkan sansasyonel haberlere tanık olacak ve hırpalanacaktım. The Beatles efsanesi elbette asla son bulmayacaktı ama ben onların doğuşuna ve büyüyüşüne şahit olmadığımdan en sevdiğim Beatle olan George Harrison'ın hayata gözlerini yumuşu bile beni öyle derinden sarsmayacak, sadece boğazımda bir yumru ile bırakacaktı.

Ama şimdi hissettiğim tuhaf bir hüzün var. "Neverland" belki de Michael Jackson'ı özetleyebilecek tek kelime. Ve ben onu seçiyorum. Çünkü bence kendisi de onu seçmiş olmalı. Wonderland'i ararken bulabildiği tek ev Neverland oldu sanırım. O yüzden de adını Neverland koydu sığınağının. Peter Pan olmayı umdu. Ancak dünyanın hiçbir yerinde kan emiciler rahat bırakmıyor insanı. Özgür olmaya çalışanı da, aşık olmaya çalışanı da, çocuk olmaya çalışanı da lekelemeye ant içiyor.

Yine bir haziran günü Kazım Koyuncu terk-i diyar etmiş zaten. Bir yanımız bundan ötürü hep buruk. Baki kalacak olan burukluk olsa da yine de insanın çocukluğuna dair simgeler sarsılmamalı öyle değil mi? Dediğim gibi ben bir Michael Jackson fanı değilim ama bu onun çocukluğumun kahramanları arasında olmadığı anlamına gelmiyor. Evet, çünkü o meydan okuyan bir adam... Hakkındaki tüm suçlamalar dolayısıyla yargılanmış ve aklanmış bir adam aynı zamanda. Hala yargılanmamışlar da var ama suçları kör göze parmak dercesine ortada olsa da...

92 yaşında ve üstelik resim yapmakta Kenan Paşa. "İntihar ederim" diyor bir yandan da. Etik haber anlayışının yılmaz savunucusu(!) birtakım adamlar da ona çanak tutuyor. Bu ve benzeri adamların editörlüğünü yaptığı gazetelerin manşetlerinden, üçüncü sayfa haberlerinden, internet sayfalarından Nida'nın kana bulanmış fotoğrafı yanında "Başı açık fotoğrafları için tıklayınız" butonu, Münevver'in hunharca katledildiği testerenin fotoğrafı ve "Çocuk Tacizcisi Michael Jackson evinde ölü bulundu" haberi, ikiyüzlülüğün nişanesiyim ben dercesine eksik olmuyor.

Neverland'de 12 Eylül yaşanır mı bilmiyorum. Kaptan Kanca ve adamlarının hep çocuk kalmaya ant içmiş Peter Pan ve arkadaşlarıyla olan bitmez maceralarının bir yerinde bir gün sokağa çıkma yasağı gelir mi sahiden? Peter Pan, yaşı büyütülüp de asılır mı günün sonunda? Darağaçları kurulduğunda avluya, bir dakika sonra yok olacağını bile bile yürür mü yine de artık çocuk olmaktan çıkmış çocuk? İşkence odalarında oyun arkadaşını ispiyonlar mı Neverland cuntasına? Uğruna ailesini terk ettiği ülkesinin bir daha eskisi gibi olmayacağı fikri taş gibi otururur mu yüreğine son nefesinde?

Ben yine de size masalın sonunu söyleyeyim: Eninde sonunda hep çocuklar, hep çocuk kalmaya çalışanlar ölüyor.

21 Haziran 2009 Pazar

Kamber Ateş Nasılsın?

Kamber, 12 eylül gelince kendini sıkıyönetim mahkemelerinin karşısında bulmuş, Mamak Askeri Cezaevi'nde davanın askeri yargıtaydaki sonucunu bekleyerek tutukluluk günlerini geçiriyordu. Tecrit günlerinden birinde Kamber'e bir mektup geldi.
Mektupta deniliyordu ki:

"(...) Önümüzdeki görüşte annen ziyaretine gelecek. Annen sen içeri düştüğün günden beri; "N'olur, beni oğluma götürün. Dünya gözüyle oğlumu son bir kez daha göreyim..." diyerek başımızın etini yiyordu. Kısmet bu görüşeymiş, getiriyoruz..."

Kamber mektubu okudu. Avurtları çökmüş, yüzüne bir hüzün bulutu kondu. Yanındaki arkadaşına:

"Annem ziyaretime gelecekmiş..." dedi.

Görüşe daha dört gün vardı.

Kamber dört gün önceden mahpus deyimiyle "görüş komasına" girdi. Hep ondan bahsediyor, Türkçe bilmediğinden dem vuruyor, "Allah verede annem bunca yıl içerisinde konuşacak kadar bir şey öğrenmiş olsa..." diyordu. Annesi köyde doğup büyümüş, evlenmiş, yaşamı boyunca, zaman zaman babasının peşinde İmranlı'ya "pazar için" inmenin dışında, tek bir kez büyük şehre inmemiş, köyünü dünyası bellemişti. Köyünün dili neyse, doğaldı ki onunki de o olacaktı...

Ama Mamak görüşlerinde, yavaş sesle konuşmak, el, kol, yüz hareketleriyle işaretleşmek ve türkçe'den başka bir dille konuşmak kesinlikle yasaktı. Yasak herhangi bir biçimde ihlal edildiği anda görüş kabininin her iki tarafında, giriş kapılarının önünde alıcı kuş gibi bekleyen görevli askerler, talimatlara uyulmadığını belirterek, hemen "görüş bitti" diyorlar, tutuklu apar topar, görüşçüsünün gözleri önünde tartaklanarak alınıp götürülüyordu. Aynı muamele
görüşçüye de yapılarak kapı dışarı ediliyordu.

O uzun, upuzun gelen dört gece akıp gitti ve görüş günü geldi. Kaldığı B blok'ta sıcak su olmadığı için, sabahın erken saatlerinde buz gibi suyla banyosunu yaptı. Traşını oldu. Sıfır numaraya vurulmuş saçlarına zulasındaki esanstan birkaç damla sürdü. En temiz elbiselerini giydi. görüşe hazır hale geldikten sonra birkaç lokma
bir şeyler atıştınp, tecrit hücresınin üç buçuk adımlık volta yerine çıktı. O artık durup dinlenmeksizin üç buçuk adımda bir U dönüşü yapan düşünceli bir yürüyüştü...

Hoparlörden beşinci kez isimler anons edildiği anda kendi ismini duydu. Göz bebeklerine yerleşen sevinç ışıltılılarıyla, gardiyanın açtığı hücre kapısından uçar adımlarla çıkıp annesine koştu... Kamber yüzündeki özlem yangınıyla görüş kabinine girdi ve karşısında annesini ve kardeşini buldu, anne, önündeki tel örgüleri adeta tırmalar gibi ileri atıldı, çığlığı andıran bir sesle: "Kamber Ateş nasılsın!..." dedi.

"İyiyim, canım annem, iyiyim..."

Kadın silme sevgi kesilen gözlerinden boşalan yaşlarla oğluna okşarcasına baktı, baktı "Kamber Ateş nasılsın!..." dedi.

"İyiyim, çok iyiyim, siz nasılsınız..."

Kadın sustu, başını önüne eğdi, bekledi. Sonra birden taa oğlunun gözlerinin içine bakarak sordu "Kamber Ateş nasılsın!..."

" ?! "
Kamber annesinin Türkçe'yi öğrenemediğini anladı. Kardeşi yol boyunca annesine sadece bu üç sözcüğü öğretebilmişti. O da hep aynı cümleyi tekrarlayıp duruyordu, özlemin söze gerek duyduğu bu en yakıcı anda, ana-oğul birbirlerine seslenemiyorlardı, aralarında "Türkçe konuşacaksın!" emir kipli bir duvar, bir set çekilmişti...

Birbirlerine bakışıp duruyorlar ve anne biraz zaman geçince yeniden:

"Kamber Ateş nasılsın?" diyordu.

Oğlunun gözlerinden yanaklarına doğru, zaptedilmek istenen ama becerilemeyen, iki damla yaşın süzüldüğünü gördü anne... Anne gözlerine en şefkatli duruşu, sesine en yumuşak tonuyla : "Kamber Ateş nasılsın!..." diyecekti.

Bunun anlamı: "Oğlum, sağlığın yerinde mi, bir derdin sıkıntın var mı, karnın doyuyor mu, sırtın pek mi, herhangi bir şey istiyor musun, çamaşır göndereyim mi, kışlık çorap öreyim mi?..." demekti. Yanıtı oğlunun gözlerinden alacak:
"Demek iç çamaşırı ve yün çorap istiyorsun, hay hay canım oğlum." diyecekti içinden..

Anne çınar yüzüne dededen atadan kalma kuşkulu ifadeyi takınacak, gizemli bir tavra bürünecek, merak dolu gözlerle oğlunun ve kendisinin başucunda copla bekleyen askerlere bakacak, titrek bir sesle:

"Kamber Ateş nasılsın!..."

Bunun anlamı: "Burada zulüm çokmuş oğlum, dışarıda hep duyuyoruz, doğru mu?" demekti. Yanıtı yine oğlunun gözlerinden alacaktı.

"Görüş bitti!" anlamına gelen düdüğün tiz sesi duyuldu.

Anne, "Hoşçakal canım yavrum..." anlamına gelecek şekilde, sayısız kez kullandığı o tek cümleyi, el sallarken bir kez daha yineledi:
"Kamber Ateş nasılsın!..."

Ve gittiler...

Görüş sonrası Kamber bir sevinç seli gibi düştü hücresine.
Arkadaşı:
"Gelen annen miydi?" diye sordu.
"Evet" anlamında başını salladı.arkadaşı endişe dolu bir ifadeyle:
"Herhangı bir aksilik çıkmadan görüşebildiniz mi?" dedi.
"Hem de nasıl!..."
Arkadaşı sevinçle kolunu tutu ve sordu:
"Neler konuştunuz?..."

Kamber annesinin şakıyan gözlerini anımsadı, ışıltılı gözlerle arkadaşına baktı. Yanıt vermedi ama arkadaşı anladı, şaşkınlık dolu bir yüz ifadesiyle kendi kendine mırıldandı: "Kamber'in gözleri konuşuyor!..."

"Evet, neler konuştunuz?" sorusuna, Kamber'in gözleri:

"Neleer, neleer!..." diyordu...

Ruşen Sümbüloğlu

7 Haziran 2009 Pazar

Black on White

Bir çocuğun masumiyeti nasıl kanıtlanır? Katıksız bir biçimde tüm deliller ortada olsa örneğin. Hiçbir karşı argüman onu temize çıkartmaya yetmese... Ama içten içe o çocuğun masumluğuna iman etsen, yine de onu ele vermekten başka bir şey elinden gelmese...

Susma hakkını kullanmak isteyip istemediğini dahi bilmesen de hukukun üstünlüğü senin çıplaklığınsa ve hatta tüm ruhunla kalakalmışsan biçarece ayıpların ortasında...

Hayır, sana düş kurmanı öğütlemeyeceğim. Biliyorum ki yorgunsun ve biliyorum ki bitap düşmüşsün. Sonuçta bir yerlere varıyor ömür. Sen istesen de, istemesen de o takvimin yaprakları koparılacak.

Sana düş kurmanı öğütlemeyeceğim. Önce, masum olduğunu içten içe bildiğin ama ele vermekten çekinmediğin o çocuğun gözlerine bakmayı öğrenmelisin.

Önce, çocukların öldüğünü görmen gerek. Tüm şiddetiyle, 18+ dayatmasının olmadığını bile bile...

Hem zaten ölenler 18- ve televizyonlar onların ölümünü 18+ sembolüyle damgalıyor.

12 Nisan 2009 Pazar

Tek bir kere!

"How often do you find the right person?
Once!!"

Nerde olur, nasıl olur? Bilmem.
Ama tek bir seferdir o. Salınarak gelen ve anında seni bulan.
Tüm şarkılar izin verir ve sen hala zamanınızın olduğunu söylersin.
Hala bir şansınızın olduğunu...

Bırakalım da filmler konuşsun. Hatta şarkılar... Düşünceler ve aşklar geçsin içimizden bir bir. Dans ederken bir bakmışız, yolumuz bir başka kente çıkmış. Bir şarkı mırıldanır olmuşuz peşi sıra. Tek bildiğimiz ise tek bir sefer olduğuymuş. Ağrısı bir ömür sürecek olsa da...

4 Nisan 2009 Cumartesi

...

Tüm çocuklar ölmüş.
Adeta tüm çocuklar ölmüş.
Girip çıktığımız hiçbir sığınıkta çocuklara rastlamadım.
Çocuklar için başka şeyler düşünülüyormuş.
Öyle diyorlar.

27 Ocak 2009 Salı

Dikkat! Dünyada Ölmek Üzeresiniz!

Mutlu ölüm var mıdır bilmem, ancak tanıdığım tüm gezegenlerde insanlar en sonunda ölüyorlardı. Hal böyle olunca ölümün yeterince trajik olmasından sanırım mutluymuş, mutsuzmuş pek önemsemedim bunca zaman. Kutsal topraklar denilen Ortadoğu'da bir zamanlar insanlar hiç ölmeden yaşarlar mıydı onu da bilmiyorum. Garip bir galaksi bizimkisi işte. Hoş, karşılaştırma yapabileceğimiz anılarımızın olduğu bir başka galaksi de yok ya. Renklerimiz, kokularımız, tatlarımız var. Adına dünya dediğimiz bir gezegenimiz, bizi çevreleyen bir güneş sistemimiz var. Her ne olursa olsun bildiğimiz bir başka dünya yok. Belki başkaları da var evrende bizimle aynı tenlerde ancak bilmiyoruz, duymuyoruz ve görmüyoruz. Hatta belki aynı galaksideyiz, aynı sistemde olmasak bile. Onların gezegenlerinin en üstün varlıklarını başka bir son mu bekliyor bilmiyoruz.

"Maybe this world is another planet's hell" demiş Aldous Huxley. Türkçe meali: belki bu dünya bir başka gezegenin cehennemi. Öyle ya yaratıcı tarafından gönderilmiş tüm kutsal kitaplarda cennet ve cehennemden bahsedilir. İnsanlık tarihi boyunca kavimleri birbirine düşürmüş, hiçbir zaman barış içinde olmamış kutsal topraklardan da bahsedilir yanısıra. Güç savaşı palazlanır, alevlenir ama hiç korlanmaz. Ama ben ne diyordum bir dakika: Eğer başka dünyalar da varsa onların da kutsal kitapları olmalı ve onlara da cennet ve cehennemden bahsedilmiş olmalı. Ya cennet ve cehenneme de kutsal kitapların birer nüshası gönderiliyorsa ve isteniliyorsa ki cennettekiler orayı nasıl hak ettiklerini hiç unutmasınlar, hep okuyup hatırlasınlar. Peşisıra cehennemdekiler hala neden orada olduklarını ve oranın cehennem olduğunu bilmeksizin, hala sınandıklarını sansınlar ve halihazırda dünya dedikleri cehennemlerinde cezalandırılırken bir de kaybemiş olmanın ve herşeyin bitmiş olmasının tarifsiz hüznüyle, acısıyla daha da fazla sarsılmasınlar. Çünkü onlar hala tüm biyolojisi, tüm fizyolojisi, tüm psikolojisiyle ve en tüm anatomisiyle ve "Bir daha asla..." ile başlayan cümlelerin gazabıyla ve umutsuzlukla sınanamayacak kadar insan olsalar ve cehennem dahi onlardan bu merhameti esirgemese. O insan dünya dediği yerde bir başkasına aynı merhameti göstermese bile.

Dikkat! Bu dünyanın ya da bilmediğimiz bir başka gezegenin cehenneminin sayın yolcuları burada aşık olmak üzereseniz! Dikkat! Buraya bağlanmak üzeresiniz! Dikkat! Mutlu olmak, hüzünle dolmak, acıyla kıvranmak üzeresiniz! Dikkat! Türlü hastalıklarla boğuşmak, o hastalıklara rağmen hayata sıkı sıkı tutunmak ama bazen de vazgeçmek üzeresiniz! Dikkat! Gülmek, ağlamak, acıkmak, tuvaleti gelmek üzeresiniz! Dikkat! Yalnız kalmak, kalabalıklarla dolup taşmak, bazen dost bazen düşman olmak üzeresiniz! Dikkat! Çocuk olmak, hep çocuk kalmak istemek ama yaşlanmak üzeresiniz! Dikkat! Bu cehennemi boydan boya gezmek bazen de tek bir yerinde sıkışıp kalmak üzeresiniz! Dikkat! Sevmek ve nefret etmek üzeresiniz! Dikkat! Bir yerlerde birilerini ölümüne sessiz kalmak ve hatta bazen birilerini öldürmek üzeresiniz! Dikkat! Dünyada ölmek üzeresiniz!

12 Ocak 2009 Pazartesi

İnsan Değilmişiz!

Radyoda çıkınca sesi son sese getirmekten kendimi alamadığım bir şarkı var. İsmi, cismi, sözleri, melodisi, ritmi bir duygu harmanı gibi oradan oraya savuruyor insanı. The Killers'ın Human adlı parçasından bahsediyorum. Şarkıya eşlik etmekten trafikte iyice dikkatsizleşsem de Brandon Flowers, her "Are we human or are we denser?" dediğinde anlamsız bir sukunete kapılıyorum. Nedenini ben de bilmiyorum.
Sürekli insana dair travmalardan bahsediyorum değil mi? Ama nasıl olur da bahsetmem? Biz hep buradaydık, başından beri buradaydık ve hep burada olacağımıza inandık. Bombalanmakta olan şehirlerimizde, yeni yıl kutlamaları yapılan meydanlarımızda, dişçi koltuğumuzda, tebeşir elde kara tahta önünde, bazen ışıltılı bazen ısıtmayan evlerimizde, tüm rutinlerimizde insan olduğumuza emindik. İşte belki de bu yüzden böylesine zalimleştik. 
Kafamı kurcalayan bir soru var. Ya yoksa diyorum. Ya yoksa biz bahsi geçen insan değilsek? Tüm kutsal kitapların, tüm evrenin dilinden düşürmediği insan biz değilsek ve öyle olmadığımız halde kalkmış evrenin tüm geri kalanına ahkam kesiyorsak... Galiba böyle bir noktada, bunca zamandır tek gerçeğimiz olan varlığımızı yitirmenin telaşında daha bir zalimleşir, daha bir gaddarlaşırız. 
Düşünsenize, bir başka canlı formu yeryüzüne iniyor, bizlere defolu varlık muamelesi yaparak, esas üstün varlığın haliyle insanın kendi olduğunu vurguluyor. Tanklarımızla, tüfeklerimizle, kimyasal silahlarımızla üstlerine yürüyoruz. Öldürmeyi bilmeyen o ırk ölmeyi de bilmiyor. Kaybeden taraf her zamanki gibi biz oluyoruz. Kutsal kitaplarda geçen Lut kavmine olanlar gibi bize de tüm evren sırtını dönüyor. Zalimliğimizle bizi bize bırakıyor. Gün gelip kendi sonumuzu kendimizin getireceğini onlar da biliyor. 

4 Ocak 2009 Pazar

Bir Ev, 7 Genç ve Tek Travma

Daha mini mini bir çocukken keşfettiğim ve aslında hiç unutmadığım o gerçeği bir kez daha anımsadım Ankara'da yılbaşı gecesi ölen gençlerin naaşlarının o malum evden çıkarılışını televizyon karşısında izlerken. O gerçeği keşfettiğimde dehşete düşmüş, mutlak bir melankolinin esiri olmuştum. Uzunca bir süre yiyememiş, içememiş, gülememiş, kendi kendime zindan etmiştim hayatı. Keşfettiğim gerçeği aileme söylediğimde eminim çocukluğuma, toyluğuma vermişler ve de beni çok da ciddiye almamışlardı. Ama bugün burada hala ısrarla bu gerçeğin insan denilen varlığın mevcudiyetinin en büyük travmasını oluşturduğunu göğsümü gere gere iddia ediyorum. Ve her ne kadar her insan bu travmayla beşikten mezara kuşatılmış olsa da insanın hayatın cazibesiyle o travmayı kendinden arada uzaklaştırabildiğini, kendine sessiz sedasız farkına bile varmadan unutturabildiğini kabul ediyorum.

Evet, küçük bir çocuktum ve ölümlü olduğumu keşfettim. Her şeyin bir anda bitiverebileceğini, ölüp ölmek istemeyeceğimin sorulmayacağını, hayallerimin gerçekleşmiş olup olmamasına bakılmayacağını ve hatta en büyük kahramanların dahi bir gün öleceğini keşfettim. İnsan hayal kurarken ölebiliyordu. Haftasonu izlemeyi merakla bekledikleri maç günü gelmeden terk-i diyar eylebiliyordu. Cephede kıyasıya mücadele ettiği uğruna ölümü göze aldığı savaşının sonucunu hiçbir zaman öğrenemeyecek olarak ölebiliyordu. Çocukmuş, gençmiş, yaşlıymış, kadınmış, erkekmiş dinlenilmiyordu. Bir baba çocuklarına aldığı oyuncaklar bir yana, eve aldığı erzaklar bir yana bir arabada canını verebiliyordu. Turşu kuruyordun örneğin, yiyemeden ölüyordun. Geleceğe dair cümleler kuruyor, "Önümüzdeki sene" diyordun. Biliyordun aslında her şey zamansızdı. Ama hayat aslında halüsinojen ilaçlar gibidir. Bir kere tattın mı vazgeçemezsin kendine bağlar ve sen hiçbir zaman ölmeyeceğini sanırsın. Yine de kimi zaman herkesin varoluşun başından beri taşıdığı o genetik travma artık taşıyıcılıktan öte hastalık safhasında tezahür etmeye başlar insanda. Tehlike çanlarının çaldığı vakittir o vakit. Haliyle hastalık isyanı da beraberinde getirir: Nasıl olur da her şey bir anda olanca hızıyla dağılabilir, bitebilir? Nasıl olur da kurduğu, inşa ettiği evreni insanın kendisi haricinde bir güçle yerle bir olur? İnsan hayaller kurarken, hayata ve evrene hükmedeceğini sanarken ölebiliyor. Ne tuhaf! Üzerine derin düşününce dehşete düşmemek elde değil. Yaşam gibi kudretli bir şeyle kutsanmışken bir anda her şeyin elinden alınması anlaşılacak bir mevhum değil.

Ara ara yüzünü gösteren gerçeklerdir bunlar insana. Hep oradadırlar ancak hayatı doyasıya yaşaman için uzaklaştırman gerekir kendinden. Sonra bir gün birileri yeni bir yıla ve başlangıca diye kaldırıp da kadehini bilmeden son olduğunu o anın gidiverdiğinde kalakalırsın. Her an sen de gidebilirsin böyle. Geriye koca bir trajedi kalır ardından. Bedenin üzerinden konuşurlar. Ruhunu hiçbir zaman görememiş olanlar sen ölüp gitmiş olsan da hala bedeninle yargılar seni. Çıplak olursun, alkol almış olursun, belki de esrar çekmiş olursun. Ölüp gitmişsindir ama hala bedeninden sorumlusundur. Bu sorumluluk hiç mi bitmez? Öldüğünün değil nasıl öldüğünün değeri vardır. Cesedinin bile onların kaidelerine göre gözükmesi gereklidir. Seni sevenler üzülür, ağlarlar da arkandan. Ama galiba insani zaaflardan olsa gerek hep biraz da kendilerine ağlarlar "Ben onsuz ne yaparım?" diye. Oysa ki tamamlanamayacak projeler, tadına varılamayacak aşklar, gerçekleştirilemeyecek hayaller, izlenemeyecek filmler, okunamayacak kitaplar ve hiçbir zaman bir daha yaşanamayacak bir hayat kalır senden geriye.

Artık önümüzdeki sene yoktur. En büyük travman nihayete ermiştir.

2 Ocak 2009 Cuma

Bir Canlı Türü Olarak İnsan

Aylardan ay, yıllardan yıl, annelerden anne, babalardan baba beğenerek ve seçerek gelmedik sanırım bu dünyaya. Haliyle saçımızı, kaşımızı, gözümüzü seçecek vaktimiz de olmadı. Bir anda mantar gibi evet bildiğin mantar gibi bitiverdik şu dünyaya. Gözümüzü açtık ve bamm!! Evet, doğmuşuz. Üstelik bir insan yavrusuymuşuz. Bize ad vermişler bizden önce gelip bizim gelmemize vesile olanlar. Şanslıysak sevmişler bizi, yol göstermişler biz yürümeyi öğrenirken ama kararlarımıza da saygı göstermişler her koşulda. Şanssızsak da şanssızmışız ve belki de dünyevi terimlere kucak açtığımızdan kadersizmişiz. Bir günlük bir hayatımız olmuş örneğin, bir çöplükte son bulmuş. Duyumsadığımız tek gerçek keskin çöp kokusuymuş. Bir gün olmasa da hayatımız hem daha da uzun sürse bazen yine de bir çöplükten farksızmış olan biten. Her şeye rağmen sevmekle yükümlü olup, insandan vazgeçmemeliymişiz. Ancak hep olur ya bir gün birileri karanlık tarafa geçer. Tutkularının, hırslarının, korkularının ve benliğinin esiri olur. Diğerlerine de zindan eder hayatı. İşte ta küçüklükten beri hep birilerinin karanlık tarafta olacağını, onlardan biri olmamamız gerektiğini fısıldayıp durmuş birileri kulağımıza.

Aslında çok güzel bir türmüş bizimkisi. Çok güzel rüyaları ama çok korkunç kabusları varmış. Kimisi rüyasının kimisi kabusunun peşinden gidermiş. Lisan denilen bir tasarım varmış kendini ifade edebilmen için. Artık içinden ne gelirse. Tüm sevgini de ifade edebilirmişsin tüm nefretini de. Zaten lisanı da insanoğlu icat etmiş ya. Mükemmel bir kurgu kurmuş. Kendine bahşedilmiş muhteşem bir dünyadan kendi küçük basit evrenini yaratmış. Resim çizmiş, yemek yapmış, konuşmayı öğrenmiş, sevmeyi öğretmiş. Ta en başından geldiği dünyanın tek üstün varlığı olacağını bildiğinden birazcık da ukalaymış. Hızlı gelişmiş bu tür. Tamam, dünya yaşını düşündüğümüzde çok da hızlı değilmiş ancak eğer kendisine kendi mani olmasa varılacak noktanın hayali mümkün değilmiş. Kendine evler, yollar, binalar, giysiler, yiyecekler, işler yaratmış. Renkleri o yaratmamış ama mükemmelleştirmiş. Sesleri de müzik denen bir dile çevirmeyi becermiş. Diğer türleri evcilleştirmiş öte yandan, kendine ev yaptığı gibi onlara da bir yuva vermiş. Ancak her şey bu kadar pembe değilmiş. Muhteşem evrenini bir zindana çevirmekte gecikmemiş. Hep karanlık tarafa geçen birileri olacakmış. Silahı da bu tür icat etmiş. Teknik yönden onu da çok geliştirmiş. Çok zekiymiş insan. Tehlikeli bir zekayla kuşatılmış. Silahını kullanmakta hiç gecikmemiş. Savaş da onunmuş, ölen de oymuş ama o hiç durmamış. Tragedyalarla bezenmiş hayatında hep kendi yarattığı düzene "düzen bu" diyip durmuş. Parayı unuttum!! Silah ve para... En önemli icatlarıdır bu ikisi insanın. Her icat amacının dışına çıkar ya. İşte bunlar da öyle. Silahı dış tehditlere karşı savunma amaçlı icat etmiş desek bir nebze bir şeyleri meşrulaştırmaya çalışsak, orasından burasından tutsak... Ama yine de dış tehdit insan olsa gerek. Yani kendine doğrultmuş silahı insan. Para, para ve para! İcat edilme gerekçesi çok reel ve günün şartlarında çok mantıklı bu icat insanın yeni küresel köyünde çok tehlikeli bir hal almaya başlamış. Tüm ayıplarını örtmekte kullanmış insan bunu. Ve galiba icat ettiği en büyük silah paraymış.

Şimdi, karanlık tarafa geçenlerle bezeli bir dünyamız var. Onlara eski kendilerini anlatmak çok güç olacak. Denemeliyiz! Çünkü biz sevmekle, insan olmakla ve insandan vazgeçmemekle yükümlüyüz!