30 Eylül 2013 Pazartesi

Sonra yaz bitti. Sonbahar geldi ve onlar öldü.

Bu yazıyı bir Ağustos günü hatırlamadığım bir yolculuk esnasında yazmışım. Bazen en önemli detaylar hatırlanmaz, nereye, niye, tekrar neden gittiğimi hatırlamıyorum. Sanki seneler evvel gibi...

Yine aynı böyle bir yaz günüydü ama o zamanlar hayattaydı babaannem. Balkonda mı oturuyordu? Aşağı çiçeklere mi bakmaya gitmişti? Televizyonun karşısında mı uyukluyordu? Mutfakta yemek mi yapıyordu? Ya da Hatice Hanıma'a kadar mı gitmişti? Neredeydi?

O zaman da bakmıştım küçücük odasına, pikesi serili yatağına. O zaman da açıktı penceresi ve perde aynı böyle dans etmişti hafifçe esen rüzgarla. Ve çıtmayan o sessizlik. Giderek büyüyen o sessizlik. Ama gidilecek yerler var. Durmaz zaman. Yavaşlamaz.

Şimdi babaannem bozkırın en güzel manzarasına bakıyor. Güneş en güzel orada batıyor.

Sokak aynı sokak ve ben her seferinde o balkona bakar kalırım. Bir zamanlar huzurun olduğu o balkonda artık yalnız hüzün var.

Evler, yollar, evler, yollar... Bana hayatta kalan bu mu? Hep birilerine veda edeyim diye mi geldim bu dünyaya? Sahiden ama sahiden yoruldum.

Oysa ne güzeldi Ağustos böceklerinin sesleri. alışacak zamanım bile olmadı. Ağustos bitmeden Ağustos böcekleri ile vedalaştım. Uçsuz bucaksızlar dahi geride kalıyor yavaş yavaş ve hep oradan oraya... Hep mesafeler... Hep telefonlar, hep e-mailler, hep internet görüşmeleri... Kilometreler erimiyor bir türlü. Garip gurup insanlar olduk çıktık. Yazmantan başka bir şey gelmiyor elimden.

Bazı yazları düşünür oldum. Eski hep eski... Gün ışığının ağaçların arasından göz kırptığı ve ölümle henüz tanışmamış olmanın toyluğuna sahip olduğum eski yazlar... Sonra yaz bitti. Sonbahar geldi ve insanlar öldü. Tanıdığım, birinci dereceden tanıklıklarımım olduğu insanlar, ölmez sandığım insanlar... İnsanlar telefonda ölür mü? Bir insanın varlığı bir telefon görüşmesi ile son bulur mu? Ya da bir insan kafanızda tüm canlılığıyla cirit atarken okur musunuz günün birinde ölümünü saçmasapan bir şekilde internette? Okuduk, telefonlarla da öğrendik insanların ölüm haberlerini ama, ama hiç böyle olmamıştı değil mi? Bana olmamıştı. Sandım ki tanıdığım o insanlar, ölmez. Ölseler bile ben onların ölümünü öyle telefondan, facebooktan falan öğrenmem. Gözümün önünde hep beraber ölürüz sandım. Uzaklarda olmanın en berbat halinin böyle olması... Yediğim en adi, en pis kazıktı.

Veda etmekle tükettiğim şu ömrümde onlara bir veda bile edemedim. En ironik kısmı da buydu. Ve hayat... Ah o hayat... Bir kapı eşiğine sıkışıp kalmış hayat...Orada bir kapı aralığında sarılmanın sancısı... Son cümlem neydi? O bana ne demişti? Neden hatırlamam ki şimdi?

Tüm bu hatırlamamalarıma rağmen ve hatta ölüm beni bulmaz, bana yanaşmaz sanrılarıma rağmen o kapı eşiğine sıkışmış bir de itirafım var:

Açık konuşacağım. Gitmezsem ölmezler sandım. Ama gittim ve onlar öldü. Gitmezsem ölmezler sandım ama yine de gittim. Gitmezsem ölmezler sandım ama yine de gittim. Yine de gittim. Ve onlar öldüler.

Bir kapı eşiğinden yüreğimde öküzlerle gittim. Ölümü onlara bırakıp gittim. Ceplerimden ölümü boşalttım ve gittim.

Şimdi o kapı eşiğinden beni kimse selamlamıyor. O kapı eşiğinde ölüm bile oturmuyor. O kadar yani. O kadar yok.

Ölenler henüz ölmemişleri arada bir yoklasınlar. Hiç olmazsa senede bir gün, hiç olmazsa beş dakika, hiç olmazsa bir an...

Bana bir sefer oldu. O bir an. Bir trendeydim çok alakasız, çok saçma bir yerde. Yan koltuklarda, tam karşımda babaannemi gördüm. Bilmediğim bir dilde ailesi ile konuşuyordu. Ben ona baktım ve ağladım. Trende yol boyunca ona bakıp bakıp ağladım. Gidip sarılmak istedim ama korktum. Sarıldığım anda o artık babaannem olmayacaktı. Ben de işte onu uzaktan seyrettim. Babaannem ailesiyle mutluydu. Yabancı dil bile öğrenmişti.

24 Eylül 2013 Salı

Tüm yollar ölüme çıkar

Havaalanlarından nefret ettiğimi söylemiştim, değil mi? Kimse göz temasında bulunmaz gibidir. Herkes gözlerini kaçırıyordur sanki ve sonsuz hiç bitmeyecek bir hüzün. Havaalanlarından hiçbir şey satın almam ben. İstedikleri kadar vergi düşürsünler, capcanlı renkleriyle beynimizi yıkamaya kalksınlar alabileceğim hiçbir şey gerçek gelmez bana. Ama insanlar elleri, kolları dolu dolu çıkıyorlar her bir mağazadan. Gözlerinde birinden ayrılmanın hüznü ya da birine kavuşacak olmanın heyecanı var biliyorum ama nedendir bu geçiştirmeler? Neden tüm bu karmaşa? Ve nereye kadar? Gerçekten azalıyor mu acısı ayrılmanın harcadıkça? Sahiden birine kavuşacak olmanın coşkusunu dizginliyor mu bir şeyler satın almak?

Gidiyorum, mütemadiyen gidiyorum. Geride yollar bırakıyorum ve önümde zaten yollar... Ve tükendim. Tükendiğimi hissediyorum.

Çocuklar var ve çok konuşuyorlar, çok gülüyorlar. Hepsinin biteceğini henüz bilmiyorlar.

Berbat zamanlar bunlar, berbat! Şöyle haykıra haykıra ağlayamıyor dahi insan.

Çok konuşuyorlar hiçbir şey anlatmadan. Nereye gittikleri, neden gittikleri belirsiz ama çok bağırıyorlar ve aslında tüm bu bağırma çağırmalarıyla içlerindeki sesi bastırdıklarını sanıyorlar.

İnsanlar gülsün isterim, gülsünler, eğlensiler. Neşe onları hiç bırakmasın isterim. Ve hiç büyümesin isterim kimse.

Çocukken büyümek havalı geliyor, ondan bu telaş dedi Seda. Büyümenin hiçbir zaman havalı olduğunu düşünmedim. Daha çocukken, daha her şey kan kırmızısı gibi sıcacıkken ve ellerimdeyken çocukluğum, ya çocukluğumun hakkını veremiyorsam diye düşünürdüm. Daha çok eğlenmeli ve gülmeliydim. Böyle düşünürdüm daha bir çocukken. Çünkü en çok çocuklar özgürdü, en çok onlar masum ve en çok onlar mutlu ama ilk ölenler sanki hep onlardı.

Berbat, berbat günler. Nasıl anlatsam ağırlığını omuzlarımdaki? Ölümlerle, katliamlarla kuşatılmış gibiyiz. En berbatı da sanki alışmak.

Çok insan öldü. Çok çocuk. Durduramadık, her biri öldü. Ve biz uçaklara bindik, evden uzağa istikametli. Sevdiklerimizin her biri orada, burada darmadağın. Ağır gelen kafamdaki sesleri duyamamamdı. Telefonlara bağımlı yaşamaktı yoran beni. Ve sürekli kötü bir haber beklemekti paramparça eden. Bir öğleden sonrası uykusuna yatıyordum ve ben uyurken insanlar öldürülüyordu, bunu anlamak için çok çaba sarf ettim. Tüm her şey, herkes bir uyku anında darmadağın olabilirdi işte.

Hepimiz o meydanlardayız ve alınlarımızdan vurulduk ve hepimiz evlerimizde kurşuna dizildik. Ve bekliyoruz tankları, tüfekleri, polis cobunu, gaz bombalarını, ses bombalarını, gerçek yakan öldüren bombaları.

Zeynep'in balkonunda gecenin bir vakti oturuyorduk. Vodka içiyorduk ve ölümden bahsediyorduk. Sonra o bana kaçak işçilerden bahsetti, tüm günü nescafe içerek geçiren ve kazandığı tüm parayı Ermenistan'a gönderen kaçak işçilerden. Onları şehrin içinde görmezdik, görünmezlerdi. Varlıkları uzaktı. Onlar ancak ölünce var olurlardı. Nedense yalnızca nescafe içerek günü geçirmeleri çok koydu bana. Çay değil de nescafe... Vodka içiyorduk ve göçmenlerden, kaçak işçilerden, sömürüden, kapitalizmden ve ölümden bahsediyorduk. Vodka içmek eğlenceli olmalıydı ancak beni bir kaçak işçinin çaresizliğini bir nescafede özetlecek kadar da acayipti.

Alışıyor muyduk sahiden? Sahiden acısı bir gün geçiyor muydu? O kadar yol teptik, o kadar insan, o kadar zaman... Neden hep eski sancılar? Neden her biri bir başkasını çağırıyor?

Hiçbir zaman eve varamayacağız. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bu. Nasıl ki insan vücudu kendini her yedi senede bir tamamen yeniliyormuş ev de öyle olmalı. İçinden çıktığın an artık bilmelisin döndüğün ev aynı olmayacak, hiçbir zaman. Hiçbir zaman eve varamayacağız. Ev, evimiz belki de hiç olmadı.

İnsanlar ölürken bunları konuşmanın anlamsızlığı üzerine sayfalar yazabilirim ama elim gitmiyor ve uyku bastırıyor. Bir uçakta "ev" olmayan bir yerlere hızla yaklaşırken ve bir yerlerde birileri katledilirken... Berbat bir günün seyir defteri... Uyumalıyım, ölecek çok insan var.