Yine aynı böyle bir yaz günüydü ama o zamanlar hayattaydı babaannem. Balkonda mı oturuyordu? Aşağı çiçeklere mi bakmaya gitmişti? Televizyonun karşısında mı uyukluyordu? Mutfakta yemek mi yapıyordu? Ya da Hatice Hanıma'a kadar mı gitmişti? Neredeydi?
O zaman da bakmıştım küçücük odasına, pikesi serili yatağına. O zaman da açıktı penceresi ve perde aynı böyle dans etmişti hafifçe esen rüzgarla. Ve çıtmayan o sessizlik. Giderek büyüyen o sessizlik. Ama gidilecek yerler var. Durmaz zaman. Yavaşlamaz.
Şimdi babaannem bozkırın en güzel manzarasına bakıyor. Güneş en güzel orada batıyor.
Sokak aynı sokak ve ben her seferinde o balkona bakar kalırım. Bir zamanlar huzurun olduğu o balkonda artık yalnız hüzün var.
Evler, yollar, evler, yollar... Bana hayatta kalan bu mu? Hep birilerine veda edeyim diye mi geldim bu dünyaya? Sahiden ama sahiden yoruldum.
Oysa ne güzeldi Ağustos böceklerinin sesleri. alışacak zamanım bile olmadı. Ağustos bitmeden Ağustos böcekleri ile vedalaştım. Uçsuz bucaksızlar dahi geride kalıyor yavaş yavaş ve hep oradan oraya... Hep mesafeler... Hep telefonlar, hep e-mailler, hep internet görüşmeleri... Kilometreler erimiyor bir türlü. Garip gurup insanlar olduk çıktık. Yazmantan başka bir şey gelmiyor elimden.
Bazı yazları düşünür oldum. Eski hep eski... Gün ışığının ağaçların arasından göz kırptığı ve ölümle henüz tanışmamış olmanın toyluğuna sahip olduğum eski yazlar... Sonra yaz bitti. Sonbahar geldi ve insanlar öldü. Tanıdığım, birinci dereceden tanıklıklarımım olduğu insanlar, ölmez sandığım insanlar... İnsanlar telefonda ölür mü? Bir insanın varlığı bir telefon görüşmesi ile son bulur mu? Ya da bir insan kafanızda tüm canlılığıyla cirit atarken okur musunuz günün birinde ölümünü saçmasapan bir şekilde internette? Okuduk, telefonlarla da öğrendik insanların ölüm haberlerini ama, ama hiç böyle olmamıştı değil mi? Bana olmamıştı. Sandım ki tanıdığım o insanlar, ölmez. Ölseler bile ben onların ölümünü öyle telefondan, facebooktan falan öğrenmem. Gözümün önünde hep beraber ölürüz sandım. Uzaklarda olmanın en berbat halinin böyle olması... Yediğim en adi, en pis kazıktı.
Veda etmekle tükettiğim şu ömrümde onlara bir veda bile edemedim. En ironik kısmı da buydu. Ve hayat... Ah o hayat... Bir kapı eşiğine sıkışıp kalmış hayat...Orada bir kapı aralığında sarılmanın sancısı... Son cümlem neydi? O bana ne demişti? Neden hatırlamam ki şimdi?
Tüm bu hatırlamamalarıma rağmen ve hatta ölüm beni bulmaz, bana yanaşmaz sanrılarıma rağmen o kapı eşiğine sıkışmış bir de itirafım var:
Sokak aynı sokak ve ben her seferinde o balkona bakar kalırım. Bir zamanlar huzurun olduğu o balkonda artık yalnız hüzün var.
Evler, yollar, evler, yollar... Bana hayatta kalan bu mu? Hep birilerine veda edeyim diye mi geldim bu dünyaya? Sahiden ama sahiden yoruldum.
Oysa ne güzeldi Ağustos böceklerinin sesleri. alışacak zamanım bile olmadı. Ağustos bitmeden Ağustos böcekleri ile vedalaştım. Uçsuz bucaksızlar dahi geride kalıyor yavaş yavaş ve hep oradan oraya... Hep mesafeler... Hep telefonlar, hep e-mailler, hep internet görüşmeleri... Kilometreler erimiyor bir türlü. Garip gurup insanlar olduk çıktık. Yazmantan başka bir şey gelmiyor elimden.
Bazı yazları düşünür oldum. Eski hep eski... Gün ışığının ağaçların arasından göz kırptığı ve ölümle henüz tanışmamış olmanın toyluğuna sahip olduğum eski yazlar... Sonra yaz bitti. Sonbahar geldi ve insanlar öldü. Tanıdığım, birinci dereceden tanıklıklarımım olduğu insanlar, ölmez sandığım insanlar... İnsanlar telefonda ölür mü? Bir insanın varlığı bir telefon görüşmesi ile son bulur mu? Ya da bir insan kafanızda tüm canlılığıyla cirit atarken okur musunuz günün birinde ölümünü saçmasapan bir şekilde internette? Okuduk, telefonlarla da öğrendik insanların ölüm haberlerini ama, ama hiç böyle olmamıştı değil mi? Bana olmamıştı. Sandım ki tanıdığım o insanlar, ölmez. Ölseler bile ben onların ölümünü öyle telefondan, facebooktan falan öğrenmem. Gözümün önünde hep beraber ölürüz sandım. Uzaklarda olmanın en berbat halinin böyle olması... Yediğim en adi, en pis kazıktı.
Veda etmekle tükettiğim şu ömrümde onlara bir veda bile edemedim. En ironik kısmı da buydu. Ve hayat... Ah o hayat... Bir kapı eşiğine sıkışıp kalmış hayat...Orada bir kapı aralığında sarılmanın sancısı... Son cümlem neydi? O bana ne demişti? Neden hatırlamam ki şimdi?
Tüm bu hatırlamamalarıma rağmen ve hatta ölüm beni bulmaz, bana yanaşmaz sanrılarıma rağmen o kapı eşiğine sıkışmış bir de itirafım var:
Açık konuşacağım. Gitmezsem ölmezler sandım. Ama gittim ve onlar öldü. Gitmezsem ölmezler sandım ama yine de gittim. Gitmezsem ölmezler sandım ama yine de gittim. Yine de gittim. Ve onlar öldüler.
Bir kapı eşiğinden yüreğimde öküzlerle gittim. Ölümü onlara bırakıp gittim. Ceplerimden ölümü boşalttım ve gittim.
Şimdi o kapı eşiğinden beni kimse selamlamıyor. O kapı eşiğinde ölüm bile oturmuyor. O kadar yani. O kadar yok.
Ölenler henüz ölmemişleri arada bir yoklasınlar. Hiç olmazsa senede bir gün, hiç olmazsa beş dakika, hiç olmazsa bir an...
Bana bir sefer oldu. O bir an. Bir trendeydim çok alakasız, çok saçma bir yerde. Yan koltuklarda, tam karşımda babaannemi gördüm. Bilmediğim bir dilde ailesi ile konuşuyordu. Ben ona baktım ve ağladım. Trende yol boyunca ona bakıp bakıp ağladım. Gidip sarılmak istedim ama korktum. Sarıldığım anda o artık babaannem olmayacaktı. Ben de işte onu uzaktan seyrettim. Babaannem ailesiyle mutluydu. Yabancı dil bile öğrenmişti.