27 Ocak 2009 Salı

Dikkat! Dünyada Ölmek Üzeresiniz!

Mutlu ölüm var mıdır bilmem, ancak tanıdığım tüm gezegenlerde insanlar en sonunda ölüyorlardı. Hal böyle olunca ölümün yeterince trajik olmasından sanırım mutluymuş, mutsuzmuş pek önemsemedim bunca zaman. Kutsal topraklar denilen Ortadoğu'da bir zamanlar insanlar hiç ölmeden yaşarlar mıydı onu da bilmiyorum. Garip bir galaksi bizimkisi işte. Hoş, karşılaştırma yapabileceğimiz anılarımızın olduğu bir başka galaksi de yok ya. Renklerimiz, kokularımız, tatlarımız var. Adına dünya dediğimiz bir gezegenimiz, bizi çevreleyen bir güneş sistemimiz var. Her ne olursa olsun bildiğimiz bir başka dünya yok. Belki başkaları da var evrende bizimle aynı tenlerde ancak bilmiyoruz, duymuyoruz ve görmüyoruz. Hatta belki aynı galaksideyiz, aynı sistemde olmasak bile. Onların gezegenlerinin en üstün varlıklarını başka bir son mu bekliyor bilmiyoruz.

"Maybe this world is another planet's hell" demiş Aldous Huxley. Türkçe meali: belki bu dünya bir başka gezegenin cehennemi. Öyle ya yaratıcı tarafından gönderilmiş tüm kutsal kitaplarda cennet ve cehennemden bahsedilir. İnsanlık tarihi boyunca kavimleri birbirine düşürmüş, hiçbir zaman barış içinde olmamış kutsal topraklardan da bahsedilir yanısıra. Güç savaşı palazlanır, alevlenir ama hiç korlanmaz. Ama ben ne diyordum bir dakika: Eğer başka dünyalar da varsa onların da kutsal kitapları olmalı ve onlara da cennet ve cehennemden bahsedilmiş olmalı. Ya cennet ve cehenneme de kutsal kitapların birer nüshası gönderiliyorsa ve isteniliyorsa ki cennettekiler orayı nasıl hak ettiklerini hiç unutmasınlar, hep okuyup hatırlasınlar. Peşisıra cehennemdekiler hala neden orada olduklarını ve oranın cehennem olduğunu bilmeksizin, hala sınandıklarını sansınlar ve halihazırda dünya dedikleri cehennemlerinde cezalandırılırken bir de kaybemiş olmanın ve herşeyin bitmiş olmasının tarifsiz hüznüyle, acısıyla daha da fazla sarsılmasınlar. Çünkü onlar hala tüm biyolojisi, tüm fizyolojisi, tüm psikolojisiyle ve en tüm anatomisiyle ve "Bir daha asla..." ile başlayan cümlelerin gazabıyla ve umutsuzlukla sınanamayacak kadar insan olsalar ve cehennem dahi onlardan bu merhameti esirgemese. O insan dünya dediği yerde bir başkasına aynı merhameti göstermese bile.

Dikkat! Bu dünyanın ya da bilmediğimiz bir başka gezegenin cehenneminin sayın yolcuları burada aşık olmak üzereseniz! Dikkat! Buraya bağlanmak üzeresiniz! Dikkat! Mutlu olmak, hüzünle dolmak, acıyla kıvranmak üzeresiniz! Dikkat! Türlü hastalıklarla boğuşmak, o hastalıklara rağmen hayata sıkı sıkı tutunmak ama bazen de vazgeçmek üzeresiniz! Dikkat! Gülmek, ağlamak, acıkmak, tuvaleti gelmek üzeresiniz! Dikkat! Yalnız kalmak, kalabalıklarla dolup taşmak, bazen dost bazen düşman olmak üzeresiniz! Dikkat! Çocuk olmak, hep çocuk kalmak istemek ama yaşlanmak üzeresiniz! Dikkat! Bu cehennemi boydan boya gezmek bazen de tek bir yerinde sıkışıp kalmak üzeresiniz! Dikkat! Sevmek ve nefret etmek üzeresiniz! Dikkat! Bir yerlerde birilerini ölümüne sessiz kalmak ve hatta bazen birilerini öldürmek üzeresiniz! Dikkat! Dünyada ölmek üzeresiniz!

12 Ocak 2009 Pazartesi

İnsan Değilmişiz!

Radyoda çıkınca sesi son sese getirmekten kendimi alamadığım bir şarkı var. İsmi, cismi, sözleri, melodisi, ritmi bir duygu harmanı gibi oradan oraya savuruyor insanı. The Killers'ın Human adlı parçasından bahsediyorum. Şarkıya eşlik etmekten trafikte iyice dikkatsizleşsem de Brandon Flowers, her "Are we human or are we denser?" dediğinde anlamsız bir sukunete kapılıyorum. Nedenini ben de bilmiyorum.
Sürekli insana dair travmalardan bahsediyorum değil mi? Ama nasıl olur da bahsetmem? Biz hep buradaydık, başından beri buradaydık ve hep burada olacağımıza inandık. Bombalanmakta olan şehirlerimizde, yeni yıl kutlamaları yapılan meydanlarımızda, dişçi koltuğumuzda, tebeşir elde kara tahta önünde, bazen ışıltılı bazen ısıtmayan evlerimizde, tüm rutinlerimizde insan olduğumuza emindik. İşte belki de bu yüzden böylesine zalimleştik. 
Kafamı kurcalayan bir soru var. Ya yoksa diyorum. Ya yoksa biz bahsi geçen insan değilsek? Tüm kutsal kitapların, tüm evrenin dilinden düşürmediği insan biz değilsek ve öyle olmadığımız halde kalkmış evrenin tüm geri kalanına ahkam kesiyorsak... Galiba böyle bir noktada, bunca zamandır tek gerçeğimiz olan varlığımızı yitirmenin telaşında daha bir zalimleşir, daha bir gaddarlaşırız. 
Düşünsenize, bir başka canlı formu yeryüzüne iniyor, bizlere defolu varlık muamelesi yaparak, esas üstün varlığın haliyle insanın kendi olduğunu vurguluyor. Tanklarımızla, tüfeklerimizle, kimyasal silahlarımızla üstlerine yürüyoruz. Öldürmeyi bilmeyen o ırk ölmeyi de bilmiyor. Kaybeden taraf her zamanki gibi biz oluyoruz. Kutsal kitaplarda geçen Lut kavmine olanlar gibi bize de tüm evren sırtını dönüyor. Zalimliğimizle bizi bize bırakıyor. Gün gelip kendi sonumuzu kendimizin getireceğini onlar da biliyor. 

4 Ocak 2009 Pazar

Bir Ev, 7 Genç ve Tek Travma

Daha mini mini bir çocukken keşfettiğim ve aslında hiç unutmadığım o gerçeği bir kez daha anımsadım Ankara'da yılbaşı gecesi ölen gençlerin naaşlarının o malum evden çıkarılışını televizyon karşısında izlerken. O gerçeği keşfettiğimde dehşete düşmüş, mutlak bir melankolinin esiri olmuştum. Uzunca bir süre yiyememiş, içememiş, gülememiş, kendi kendime zindan etmiştim hayatı. Keşfettiğim gerçeği aileme söylediğimde eminim çocukluğuma, toyluğuma vermişler ve de beni çok da ciddiye almamışlardı. Ama bugün burada hala ısrarla bu gerçeğin insan denilen varlığın mevcudiyetinin en büyük travmasını oluşturduğunu göğsümü gere gere iddia ediyorum. Ve her ne kadar her insan bu travmayla beşikten mezara kuşatılmış olsa da insanın hayatın cazibesiyle o travmayı kendinden arada uzaklaştırabildiğini, kendine sessiz sedasız farkına bile varmadan unutturabildiğini kabul ediyorum.

Evet, küçük bir çocuktum ve ölümlü olduğumu keşfettim. Her şeyin bir anda bitiverebileceğini, ölüp ölmek istemeyeceğimin sorulmayacağını, hayallerimin gerçekleşmiş olup olmamasına bakılmayacağını ve hatta en büyük kahramanların dahi bir gün öleceğini keşfettim. İnsan hayal kurarken ölebiliyordu. Haftasonu izlemeyi merakla bekledikleri maç günü gelmeden terk-i diyar eylebiliyordu. Cephede kıyasıya mücadele ettiği uğruna ölümü göze aldığı savaşının sonucunu hiçbir zaman öğrenemeyecek olarak ölebiliyordu. Çocukmuş, gençmiş, yaşlıymış, kadınmış, erkekmiş dinlenilmiyordu. Bir baba çocuklarına aldığı oyuncaklar bir yana, eve aldığı erzaklar bir yana bir arabada canını verebiliyordu. Turşu kuruyordun örneğin, yiyemeden ölüyordun. Geleceğe dair cümleler kuruyor, "Önümüzdeki sene" diyordun. Biliyordun aslında her şey zamansızdı. Ama hayat aslında halüsinojen ilaçlar gibidir. Bir kere tattın mı vazgeçemezsin kendine bağlar ve sen hiçbir zaman ölmeyeceğini sanırsın. Yine de kimi zaman herkesin varoluşun başından beri taşıdığı o genetik travma artık taşıyıcılıktan öte hastalık safhasında tezahür etmeye başlar insanda. Tehlike çanlarının çaldığı vakittir o vakit. Haliyle hastalık isyanı da beraberinde getirir: Nasıl olur da her şey bir anda olanca hızıyla dağılabilir, bitebilir? Nasıl olur da kurduğu, inşa ettiği evreni insanın kendisi haricinde bir güçle yerle bir olur? İnsan hayaller kurarken, hayata ve evrene hükmedeceğini sanarken ölebiliyor. Ne tuhaf! Üzerine derin düşününce dehşete düşmemek elde değil. Yaşam gibi kudretli bir şeyle kutsanmışken bir anda her şeyin elinden alınması anlaşılacak bir mevhum değil.

Ara ara yüzünü gösteren gerçeklerdir bunlar insana. Hep oradadırlar ancak hayatı doyasıya yaşaman için uzaklaştırman gerekir kendinden. Sonra bir gün birileri yeni bir yıla ve başlangıca diye kaldırıp da kadehini bilmeden son olduğunu o anın gidiverdiğinde kalakalırsın. Her an sen de gidebilirsin böyle. Geriye koca bir trajedi kalır ardından. Bedenin üzerinden konuşurlar. Ruhunu hiçbir zaman görememiş olanlar sen ölüp gitmiş olsan da hala bedeninle yargılar seni. Çıplak olursun, alkol almış olursun, belki de esrar çekmiş olursun. Ölüp gitmişsindir ama hala bedeninden sorumlusundur. Bu sorumluluk hiç mi bitmez? Öldüğünün değil nasıl öldüğünün değeri vardır. Cesedinin bile onların kaidelerine göre gözükmesi gereklidir. Seni sevenler üzülür, ağlarlar da arkandan. Ama galiba insani zaaflardan olsa gerek hep biraz da kendilerine ağlarlar "Ben onsuz ne yaparım?" diye. Oysa ki tamamlanamayacak projeler, tadına varılamayacak aşklar, gerçekleştirilemeyecek hayaller, izlenemeyecek filmler, okunamayacak kitaplar ve hiçbir zaman bir daha yaşanamayacak bir hayat kalır senden geriye.

Artık önümüzdeki sene yoktur. En büyük travman nihayete ermiştir.

2 Ocak 2009 Cuma

Bir Canlı Türü Olarak İnsan

Aylardan ay, yıllardan yıl, annelerden anne, babalardan baba beğenerek ve seçerek gelmedik sanırım bu dünyaya. Haliyle saçımızı, kaşımızı, gözümüzü seçecek vaktimiz de olmadı. Bir anda mantar gibi evet bildiğin mantar gibi bitiverdik şu dünyaya. Gözümüzü açtık ve bamm!! Evet, doğmuşuz. Üstelik bir insan yavrusuymuşuz. Bize ad vermişler bizden önce gelip bizim gelmemize vesile olanlar. Şanslıysak sevmişler bizi, yol göstermişler biz yürümeyi öğrenirken ama kararlarımıza da saygı göstermişler her koşulda. Şanssızsak da şanssızmışız ve belki de dünyevi terimlere kucak açtığımızdan kadersizmişiz. Bir günlük bir hayatımız olmuş örneğin, bir çöplükte son bulmuş. Duyumsadığımız tek gerçek keskin çöp kokusuymuş. Bir gün olmasa da hayatımız hem daha da uzun sürse bazen yine de bir çöplükten farksızmış olan biten. Her şeye rağmen sevmekle yükümlü olup, insandan vazgeçmemeliymişiz. Ancak hep olur ya bir gün birileri karanlık tarafa geçer. Tutkularının, hırslarının, korkularının ve benliğinin esiri olur. Diğerlerine de zindan eder hayatı. İşte ta küçüklükten beri hep birilerinin karanlık tarafta olacağını, onlardan biri olmamamız gerektiğini fısıldayıp durmuş birileri kulağımıza.

Aslında çok güzel bir türmüş bizimkisi. Çok güzel rüyaları ama çok korkunç kabusları varmış. Kimisi rüyasının kimisi kabusunun peşinden gidermiş. Lisan denilen bir tasarım varmış kendini ifade edebilmen için. Artık içinden ne gelirse. Tüm sevgini de ifade edebilirmişsin tüm nefretini de. Zaten lisanı da insanoğlu icat etmiş ya. Mükemmel bir kurgu kurmuş. Kendine bahşedilmiş muhteşem bir dünyadan kendi küçük basit evrenini yaratmış. Resim çizmiş, yemek yapmış, konuşmayı öğrenmiş, sevmeyi öğretmiş. Ta en başından geldiği dünyanın tek üstün varlığı olacağını bildiğinden birazcık da ukalaymış. Hızlı gelişmiş bu tür. Tamam, dünya yaşını düşündüğümüzde çok da hızlı değilmiş ancak eğer kendisine kendi mani olmasa varılacak noktanın hayali mümkün değilmiş. Kendine evler, yollar, binalar, giysiler, yiyecekler, işler yaratmış. Renkleri o yaratmamış ama mükemmelleştirmiş. Sesleri de müzik denen bir dile çevirmeyi becermiş. Diğer türleri evcilleştirmiş öte yandan, kendine ev yaptığı gibi onlara da bir yuva vermiş. Ancak her şey bu kadar pembe değilmiş. Muhteşem evrenini bir zindana çevirmekte gecikmemiş. Hep karanlık tarafa geçen birileri olacakmış. Silahı da bu tür icat etmiş. Teknik yönden onu da çok geliştirmiş. Çok zekiymiş insan. Tehlikeli bir zekayla kuşatılmış. Silahını kullanmakta hiç gecikmemiş. Savaş da onunmuş, ölen de oymuş ama o hiç durmamış. Tragedyalarla bezenmiş hayatında hep kendi yarattığı düzene "düzen bu" diyip durmuş. Parayı unuttum!! Silah ve para... En önemli icatlarıdır bu ikisi insanın. Her icat amacının dışına çıkar ya. İşte bunlar da öyle. Silahı dış tehditlere karşı savunma amaçlı icat etmiş desek bir nebze bir şeyleri meşrulaştırmaya çalışsak, orasından burasından tutsak... Ama yine de dış tehdit insan olsa gerek. Yani kendine doğrultmuş silahı insan. Para, para ve para! İcat edilme gerekçesi çok reel ve günün şartlarında çok mantıklı bu icat insanın yeni küresel köyünde çok tehlikeli bir hal almaya başlamış. Tüm ayıplarını örtmekte kullanmış insan bunu. Ve galiba icat ettiği en büyük silah paraymış.

Şimdi, karanlık tarafa geçenlerle bezeli bir dünyamız var. Onlara eski kendilerini anlatmak çok güç olacak. Denemeliyiz! Çünkü biz sevmekle, insan olmakla ve insandan vazgeçmemekle yükümlüyüz!