22 Kasım 2013 Cuma

Bir toz bulutundan dünyaya düşmek...

Hayatlarımızla oynuyorlar. Un ufak eder gibiler bizi. Hiçbir şeye sahip değiliz. Hiçbiri bizim değil. Soluduğumuz nefes dahi bizim değil. Hiçbiri, hiçbiri bizim olmadı. Ne acı... Acılarımıza, yenilgilerimize dahi sahip değiliz sanki. Bize ne kaldı yollardan başka?

Uykumun hep aynı zamanlarda bastırması bir tesadüf mü? Yollar mı var hep bize? Gençliğimiz öylece ellerimizden -olmayan ellerimizden- kayıp giderken yapabileceğimiz tek şey bu mu? Sonsuz bir uykuya yatmak... Bilmiyorum.

Corsica'da çektiğim fotoğraflara bakıyorum. Fotoğrafları severim. Anın durabilme, donabilme ihtimali sevilmeli, hep sevilmeli. Fotoğraflar, insanlardan ibaret. Gülümsemelerden, çocuksu sevinmelerden, tam olarak nasıl olduğunun unutulacağı anlardan ibaret. Ne zaman unutacağız birbirimizi? Tam olarak ne zaman sevmeyeceğiz birbirimizi? Bir gün tüm fotoğraflara rağmen hayatlarımızın kesişmiş olduğu gerçeğini terkedeceğiz bir şekilde. Öyle değil mi?

Hayatlarımızla oynuyorlar. Büyük, küçük var olan veya olmayan bir şeyler hayatlarımızla oynuyor. Un ufak edecekler bizi. Geriye hiçbir şey kalmayacak bizden. Hiçbir şey... Çünkü zaten hiçbirine hiçbir zaman sahip olmadık.

Yine bir uçakta başka bir yere savrulmadan önce, griliklere ulaşmadan hemen evvel, maviler çoktan gerilerde kalmışken irtifa kaybettiğimizi hissediyorum. Bulutsuzluklardan apar topar bulutlara gelmenin laneti olsa gerek. Ve trenler... Hep trenler... Ellerim hala tuz kokarken trenler...

İnsanlar biriktiriyorum. Tanıştığım birinin ona has bir halini farkında bile olmadan -bir bakıyorum- taklit ediyorum. Elleriyle saçını arkaya atışını, yarım yamalak gülümsemesini, sesini titretmesini bir şekilde hepsi bende vuku buluyor. Sonra düşünüyorum. Belki de hepimiz aynı tek kişiyiz. Farklı renklerde, dillerde, cinslerde ama tek bir kişi. Ve birbirimizin içine bakınca hatırlıyoruz. Tek olduğumuzu, bir olduğumuzu... Paramparça olduğumuzu... Un ufak olduğumuzu... Ama hatırlayınca o saçını öyle atıyor ya o saç senin oluyor sanki ya da o eller senin saçından geçiyor gibi. Kalbinin sızısı dahi, o bile yani, hissediliyor. Ama sen zaten kendi çaresizliğine gömülüyken bir diğerinin acısını sırtlayacak gücü bulamıyorsun kendinde. Unutmayı yeğliyorsun tek kişi olduğumuzu. Ne onun eli senin saçlarından geçiyor gibi oluyor ondan sonra ne de senin dudakların onda gülümsüyor. Herkes paramparça işte ondan sonra. Herkes yabancı. Herkes uzak. Herkes araya uzun, uzak, zor mesafeler girsin de birbirimizi unutalım der gibi.

Un ufak olmuş tek bir kişiyiz.

19 Kasım 2013 Salı

kahve ve eşyanın tabiatından kurtulmak

Kahveyi uykum açılsın diye içmiyormuşum bunca. Bir şey oluyor, değişik bir şey. Kalp atışlarım hızlanıyor ve aklıma eski güzel hatıralar geliyor. Mutlu olmaktan öte bir şey bu, eski anları çağırmış olmanın tadı. O yüzden sürekli kahve içmek istiyorum, yorgunluğumu alsın diye değil. Bu kötülüğün içinde artık ne kadar kaldıysa az buz iyi bir şeyler, çağırsın beni bulsun diye.

Ofiste çalışıyordum. Sebastian geldi, neden gülümsediğimi sordu. Gülümsüyor muydum sahiden? Aklımdan bir şeyler geçiyordu evet ama hep güzel şeyler olmalı. Yoksa neden gülümseyeyim ki? Gülümsemek güzeldi, farkında olmadan gülümsemekse eşsiz olmalı.

Müzik sesleri geliyor dışarıdan. Gidiyorum, geliyorum. Aynı ruhsuz şarkı çalmaya devam ediyor. Evin içinde olağanca yaşananları takip ederken bu müzik sesinin hiç kesilmemesi olacak iş değil ama oluyor.

Ali İsmail'in canavarca katledilmesini gösteren videoyu izliyordum. Bir şeylerden, birilerinden kaçarken bir başına o sokağa girme anı ve onu orada bekleyen insansılar. Onun kaldırımda o bir başına yatışı. Arkasındaki duvar ve katilleriyle sıkışmışlığı. O duvar dile gelir, o kaldırım taşları konuşur bu vahşeti. Biz de ekrana sabitleriz gözlerimizi ve iri damlalar doluşur pınarlarımıza. Görüntüyü geriye sarar, Ali İsmail'in kendini vahşetin sokağında bulmasını izleriz tekrar tekrar, tekrarların birinde, belki olaylar farklı gelişir ve Ali İsmail bakarsın sokağa girmez diye.

Bir zamanlar diye başlayarak anlatacak mıyız yaşanılan şu günleri? Gerçekten bugünler ileride bir gün "bir zamanlar" mı olacak?

Makyajımı çıkarmadım ve yatağımda çırılçıplak yatıyorum. Ne de klişe... Uzandığım yerden bunları yazıyorum. Yazıyorsam demek ki o kadar yorgun değil ellerim. O halde neden makyajım hala yüzümde? Sırf bu klişe dediğim an için mi? Ne kadar klişe diyip kendimle alay etsem de kendime dahi açıklayamadığım bir ya yoksa hissinden mi?

Öte yandan göz kapaklarım ağırlaşıyor ve sahiden nasıl da klişe! Ve kalem tutan elimde bir uyuşma ve aynı aptal müzik devam etmekte dışarıda.

Tüm yorgunluklar bu gece de benimle. Tüm sessizlikler de öyle. Bembeyaz boş duvarlar bu akşam da yerli yerindeler. Evden çıkarken bıraktığım ne varsa akşam eve girdiğimde yine olduğu gibi, bıraktığım gibi. Olan biteni, değişimi eşyada görmek imkansız. Parçalanmıyor eşya kendi kendine. Olanlar karşısında kendini oradan oraya vuramıyor, basıp gidemiyor dahi. Belki de bu yüzden yatağımda çırılçıplak uzanıyorum. Tüm eşyalardan, tüm kıyafetlerden arınmış görebilmek için izlerini tüm bu yaşananların.

Tüm kıyafetlerimden arındığımda belki de gerçek bedenim bir yerlerde tamamen ortaya çıkacak.

16 Kasım 2013 Cumartesi

Öldürülmek için yaratılanlar: İnsanlar

İçlerinde en acımasız olanı Tanrı'ydı.

Öyle olmasa tüm bu olanların başka türlü bir açıklaması olurdu. Tanrı verir ve alır.
Onun kurduğu bu düzen sadece buna dayanmaktadır. Tanrı bize hayatı verir ve sonra geri alır. Aslında Tanrı bize hayatı, bizden geri almak için verir.

Tanrı bizi öldürmek için yaratır.

O halde Tanrı, içlerinde en acımasız olan olmalı. En acımasızı. Bize bir mucize bahşeder ama onu geri alacağını hiçbir zaman unutturmaz. Yolumuzu tuzaklarla donatır. Acılar ve ıstıraplarla dolu zamanlara rağmen de bizi yaşatmayı ihmal etmez. Böylesi bir Tanrı'nın neden kudretli olması gerektiğini anlayamıyorum. Acımasız bir kurgu oysa yaşantımız. Belki de karşılaştığımız tüm kötü insanlarda Tanrı'nın bu acımasız yansımasını görüyoruz. Eğer bahsedilen bu Tanrı gerçekten varsa kötülük bu Tanrı'nın dünyaya izdüşümü olmalı. Ben, eğer Tanrı'nın, varsa, bu kadar acımasız olmasını anlayamıyorum. İyiliği seçmek istiyorum.
Sözünün ettikleri Tanrı'nın kötü olmasa dahi acımasız olduğunu düşünüyorum. O halde, Tanrı'nın hiç var olmadığını seçmek bir bakıma iyiliği seçmek oluyor. Ama sadece bir bakıma. Çünkü ben de bir insanım ve zaaflarım var. Ve korunma, kollanma ihtiyacına mazhar olduğum gaflet anlarında bir varlığa sığınmak öfkemi ve çaresizliğimi yatıştırıyor. Üzüntümü biraz olsun hafifletiyor. Ama bunlar dediğim gibi gaflet anları.

Düş kurmayı, düşlerinin gerçekleşmediğini öğrenmeye başladığında bırakıyor ve yetişkinler dünyasına koşar adımlarla katılıyor insan. Peki Tanrı'yı neden bırakamıyor insan böyle kolayca arkasında? Düşler bu dünyaya ait şeyler ve gerçekleştirilemediklerinde bırakılabilecek denli  önemsizler, öyle mi? Kendi düşlerinden, arzularından dahi vazgeçebilirken insan neden tek bir zaafını yenemiyor? Aslında cevabı net: Bilinen evrenin tüm sorumluluğunu sırtında taşımak istemiyorsun. Bilinen evrenin bilinen en üstün canlı türü olmak, büyük bir sorumlulukla geliyor. Oysa belki insan kibrini yenip en üstün canlı türü olmadığı fikrine, herhangi bir başka üstün canlı türü olsun ya da olmasın, alışabilse Tanrı'yı arkasında bırakır. Ne tuhaf! Tanrı'dan kurtulmak için, Tanrı'ya ulaşmak için salık verilen en önemli şeylerden birini yapman gerek: Kibri yenmek!

Tanrı'nın varlığı da yokluğu da kibirden besleniyor. Tanrı'yı yok etmek için de var etmek için de kibir ve alçakgönüllülük gerekli. Tanrı aslında hem var hem yok. Gerçek bir muamma, büyük bir çelişki. Büyük bir mantık hatası.

4 Kasım 2013 Pazartesi

Bir kaza mahalinden yavaşlayarak geçmek...

Tüm güzel çocuklar öldü. Yanlarından geçiyorduk, ceset torbalarındaki şişkinliği gördüm. Orada, o ceset torbasının içinde bir zamanlar hayaller kurmuş bir çocuk vardı. Kaç yaşında öldüğünün önemi yok. Bir zamanlar bir çocuktu. İşte o kadar... Zaten bana öyle gelir ki insanlar ölür, geriye çocuk cesetleri kalır. İşte o yüzden hep çocuklar ölür. Bize dünyada kalan bu. Yanlarından son model bir otomobille yavaşlayarak geçeriz. Solda ağır çekimde ceset torbalarında yatmaktadır ölüm hatırlatıcılarımız. Ellerimiz ağzımıza gider ve ölmek için bir yaz gününün adaletini sorgularız. Hemen hemencecik uzaklaştırsak ölümü diye kafamızdan ne yapacağımızı şaşırırız. Mutlu olmak için değil ama. Mutsuz olsak dahi, ölüm o an için dahi adil değil.

Eşyanın sessizliğindeki sızı, cana gelememenin sıkıntısı... Bir ölümlü dahi olamamanın sıkıntısı... Çocuklar gibi ölemeyecek olmak...

Hiçbiri adil değil!

Çocuklar gibi yaşayamadıktan sonra çocuklar gibi ölemeyecek olmanın hükmü olur mu eşyada? Belki... Belki de ölümde bile henüz vakıf olamadığım bir haysiyet vardır. Zaten bazıları ölümün mükemmelliğinden söz eder. Bunu yaparken ölümü tanımlar ve hatta sınıflandırır.

Bana kalırsa, bir ceset torbasına gimenin hiçbir haysiyeti olamaz. Ceset torbaları insanlar için tasarlanmış en acıklı şeylerden sadece biri.

Yanlarından son model bir otomobille ağır çekimde geçtik. Ceset torbalarındaydılar işte. Güneş gözlüğüm gözlerimdeydi ve biz güneye gidiyorduk. Cenaze arabası, jandarma ve şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş kalabalık neyi beklemekteydi? Tüm bu uçsuz bucaksızlık tüm bu kıvrılan yollar öleceğin tam o an için miydi? Neden bir kilometre önce değil de bir kilometre sonra? Neden tam o yerde? Neden saat ne bileyim yediyi kırk geçe de elli geçe değil? Ve bizi ölüm neden her seferinde bunca şaşırtır? Milyonlarca insan gömülü ve milyonlarca insan gömülecek daha. Ve biz sanki daha önce hiç başka biri ölmemiş gibi nasıl böylesine şaşırabiliyoruz?

Tüm inançsızlıklarıma rağmen Kabil ile Habil'in hikayesine vurgunumdur. İnsanoğlu her cinayetinde "insan"ın o ilk cinayetine geri döner. Tüm cinayetler o an başlamıştır. Her cinayette o ilk cinayeti tekrar ederiz.

Belki her ölümde de o ilk ölüme dönüyoruz. O yüzden bu şaşkınlığımız, bu nasıl olur, nasıl olabilir halimiz. Her yeni ölümde dünyaya ölmek üzere geldiğimizi hatırlıyoruz. Ve bu düşünce bizi alt üst edebilir, bu düşünce bizleri esir alabilir. Ne denli çabuk kurtulursak bu düşünceden o kadar iyi, o kadar makbul.

Dünyaya yaşamak için değil, ölmek için geldik ve bunun farkına varmak ürkütücü. Bu, insanı bir ceset torbasının bir kaza mahalinde alabileceği o en olağan halin yapabileceğinden daha fazla yoruyor. Cesetler, torbalarını o kadar da umursamıyor. Hatta hiç umursadıklarını sanmam. Ceset torbaları aslında cesetler için değil, geride kalan ölmemişler için.

Biz hepimiz henüz ölmemişleriz. Yaşayanlar değil.

3 Kasım 2013 Pazar

Var olmamız tesadüftü, yok olmamızsa olağan!

Çirkin bir taşra kasabasından geçiyoruz. Yağmur dahi güzelleştiremez burayı. Düşününce bu çirkinlikle var olması bile mucize. Ama işte bana böyle yerler her şeyin yıkılabilirliğini, yok edilebilirliğini hatırlatıyor. Tüm o güzel muhteşem mimariler, kemerler, köprüler, ışıklı yollar, parklar her biri sanki bu ucubeye dönüşür. Mümkündür.

Bir fotoğraf vardı internette çok dolaşan. Afganistan'ın eski ve yeni hali diye. Tam aynı noktada çekilmiş aralarında aşağı yukarı elli senenin olduğu bir fotoğraf. Gerçi Afganistan'ın karşılaştırmalı o fotoğrafına bakıp üzünçler duymak, kıssalar çıkarmak nasıl da basmakalıp nasıl da midemi bulandırıyor? Fotoğrafın elli sene öncesinde güzel kadınlar ışıltılı bir öğleden sonradalar, güzel bir bahçe, yeşillerin sardığı bir süs havuzu. Tam aynı yerin günümüzdeki halini anlatmama gerek yok. Kadınlar güzellikleriyle gitmiş, ışıltılar sönmüş, havuz yıkılmış ve geriye bir ucube kalmış. Çirkin, yüzüne bakılmaz bir yer halini almış o bahçe.

Bu fotoğrafın bende yarattığı his "ah canım Afganistan ne de güzelmişsin, ne hale gelmişsin" değil! Aksine "işte bu kadar" dedim. Her şey, her güzellik böyle paramparça olabilir. Belki de güzellik tabiatı gereği yok olmaya mahkumdur. Ama o kadınları düşündüm. Nerede olduklarını, şu an ne hissettiklerini düşünmeye çalıştım. Bir acıma duygusu için değil. Acıma duygusu için yüksekte ve alçakta iki kişiye ihtiyaç duyulur. O kadınların yükseğinde değilim. Belki tam da o aynı bahçede oturuyorumdur ben de. O bahçe veya bir başkası. Günlerden bir gün, bir öğleden sonrada ışıltılı hoş bir bahçede soluklanıyorumdur işte, bir güzelliği uğurladığımı bilmeden.

Dünyadan gelip geçiyor olmak travmatik. Gerçekten travmatik. Resimlere dokunup o anı çekip almaya çalışmamız işte hep ondan. Güzellikler birer birer yok olurken geriye sadece resimler kalıyor.


14 Ekim 2013 Pazartesi

Sararmış dijital mektuplar...

2000'lerin bile bir nostalji olduğu bir günden merhaba... Eski defterler kapandı mı açması daha zor, koyun gizli kapaklı bir kutuya kaldırın tozlanması için unutulmuş bir rafa, terkedilmiş bir odada. Kilitleyin kapıyı üstüne. Ve işte o eski defter artık yok ama aslında var. E-mailler ancak o e-mail adresinin terk edilmesiyle varken yok edilebilir, yoksa silmekten başka bir çare kalmaz. Ben de öyle yaptım, yeni bir e-mail adresi aldım kendime. Senelerce ikamet ettiğim en bilindik e-mail adresimi terk ettim. Ama anahtarı bendeydi oranın, arada gidip tozlu raflardaki eski defterleri açabilmek için:


uzun zaman oldu size yazmayalı aslında hep yazacaktım evimde internetim de var, çok şükür bilgisayarım da. ha vakit yok desem de vakit bulunur zor değil aslında o kadar salak saçma işlerle uğraştığım düşünülürse.
anlatacak çok şey var ama ben hiçbir şey anlatmak istemiyorum galiba kızlar. uzun zamandır sabahları mutlu uyanmadığımı da anlatacak değilim. zaten anlatıyorum bunca zamandır, diyecek bir şey yok aslında. bir yerlerde, o bir yerlerde bir şekilde geç kaldığımı da söylemeyeceğim. geç kaldıysam kaldım kime ne? ya bir dakika sabahları mutlu uyanmadığımı anlatacak değilim dedim ama ben sahiden sabahları mutlu uyanmıyorum artık. öyle dinç, ne bileyim enerjik falan fark ettim hiçbir sabah abi. yazı, kışı, salısı, pazarı, tatili, okul zamanı hiçbirinde. bir sabah da uykumu derinlemesine almış da yepyeni bir güne zıpkın gibi başlama modunda olayım. yok. içim çürümüş resmen. tamam dinçliği falan geçtim. gözümü açayım ve derdim biraz daha uyumak olmasın. yok inanın yok. bu, depresyonumun en keskin teşhisini koyduğum yer oldu. hayat üzerine yorumlar, okul üzerine yorumlar, iş hayatı üzerine yorumlar, aşk hayatı üzerine yorumlar dinledim bunca zaman. benden seda senin de dediğin gibi etiketlerden etiket beğenmemi istiyorlar oysa ben bir etiket istemiyorum bir sitcomda alabildiğine karikatürüze edilmiş iki boyutlu bir karakter olmayı istiyorum. onlar çalışırlar, para kazanırlar ama biz onları gerçekten çalışırlarken görmeyiz. onlar diledikleri maceradadırlar, kimse onların yaptığı abartı davranış ve tutumları yadırgamaz, ayıplamaz. hatta komik bulurlar aksine, kimisi zekice kimisi seksi bile bulur. orada da etiket yapıştırırlar ama gerçek dünyada olduğu gibi acımasız değildirler.
tamam esas meseleye geliyorum:
niye diğerleri gibi olamıyorum diyorum. niye? niye? niye onların zevk aldıkları şeylerden zevk almıyorum? niye onların üzüldükleri şeylere üzülemiyorum? niye bana hayat bu kadar yavan geliyor? tatsız, tuzsuz, musibet bir yemek gibi neden yüzümü yüzümü ekşite ekşite yaşıyorum? niye hiçbir şeye takatim yok? neden hemencecik bıkıveriyorum elimi attığım her şeyden? neden benim hayallerimi başkası yaşıyor? neden çok çabuk yoruluyorum?
neden kendimden koşarak uzaklaşıyorum?
başkalarının anketine ihtiyacım yok. mülakatlarına, sınavlarına gerek yok.
sizlerin de yok. güneşli bir gün bile içinizi anlık bir coşkuyla doldurmuyorsa en önemli sorunun bir başkası tarafından değil sizin tarafınızdan sorulması gerekiyor.
ben neden artık hiçbir sabah mutlu uyanmıyorum?

bilmiyorum, aslında belki de herkesin var oluşun başından beri taşıdığı o genetik bir travma artık taşıyıcılıktan öte hastalık safhasında tezahür etmeye başladı bende.

ne uzun cümle değil mi? düşünüyorum ama bir yere varamıyorum. çünkü düşüncelerimle sıyrılabileceğim bir yol bir düzen göremiyorum. her şey şaşırtıcı bir biçimde aydınlık gözüküyor ve bu aydınlık beni yoruyor. bu aydınlıkta iyiye, güzele dair şeylerin olmadığını hissediyorum. varsın olmasın, önemli değil ancak her şeyin aydınlaması bir anlamda neticelenmesi anlamına geliyor. ve neticelenmiş hikayelerin ömürleri de bitmiş oluyor. şimdi bana ne saçma ama her şey neticelenmiş gibi geliyor ve ben ömrümü bu ruh haliyle sürdürecekmişim gibi bir melankoliye kapılıyorum. aslında bundan delicesine korksam da bir yandan da beni ayakta tutan bir güç bu. bilmiyorum.

genetik bir travma taşıyoruz dedim ya hepimiz. kimimiz taşıyıcıyız sadece. yeteri kadar şanslıysak taşıyıcıyız. ölümlü olduğunu kabullenemiyor bence insan. her şeyin bir anda olanca hızıyla dağılacağına, biteceğine hayretle bakıyor. kurduğu, inşa ettiği evrenini kendisi haricinde bir güç yerle bir edilebiliyor.
insan hayaller kurarken, hayata ve evrene hükmedeceğini sanarken ölebiliyor. ne tuhaf! üzerine derin düşününce dehşete düşmemek elde değil.
şimdilerde catcher in the rye'ı okuyorum. galiba artık büyüdüğümü de bu şekilde anlıyorum. kahramanlar hikayeleriyle dolup taşırdığım hayal gücüm artık o kahramanların hiç var olmadığı gerçeğinden sıkılmış, yorulmuş olacak ki teselliyi anti kahramanların hikayelerinde buluyor. madem sistem böyle ve madem bu düzeni kabullenmekle mükellefim o halde iç dünyamda hiç var olmamış kahramanları beklemenin sabrı, bir şeylerin değişeceğinin beklentisi olmamalı.

keşke her şey çok küçük yaşam formlarının izlediği matematiksel yaşam modellerindeki gibi olsa. çok küçük bazı canlı populasyonları için kesikli zaman modelleri uygun görülüyor. t=0 zamanda doğuyorlar t=1 zamanda erişkin oluyorlar t=2'de ise ölüyorlar. onlar için 0 ve 1 aralığında bir yaşam şeklinden bahsedilmiyor. bizler ise o zaman aralığının göbeğinde eninde sonunda t=2'de öleceğimizden habersiz hayatın en ücra köşelerinde kök saldığımızı sanıyoruz. bir akşamüzeri t=2 olmasa bile zaman tak diyip ölebiliyoruz. dehşete düşürücü değil mi? her şeyi, tüm hayatı 0 ve 1'in arasına sığdırmaya çalışırken tak diye gidebiliyoruz.

insanla neyle yaşar? bu sorunun cevabını belki de en başından beri başka bir sorunun cevabını cevap olarak verdiğimizden hala bilmiyoruz: insan nesiz yaşayamaz? ekmek, su, umut, aşk belki de bu sorunun gayet uygun cevaplarını oluşturuyor.

özetle zamana hükmedemiyoruz. ve elbette hayata da. seda senin dediklerinin her birine katılıyorum, bir tuğla koymalı insan evet birileri ileride sen ne yaptın dediğinde bu düzeni değiştirmek için az da olsa, işe yaramamış da olsa diyeceği bir şeyler olmalı evet. ama o zamanın geleceğinin ve o sorunun bize sorulacağının bir garantisi yok. galiba bu en basit zaman hadisesini ben hala hayatımda temel bir zemine oturtamamanın sancısını yaşıyorum. sen yine de yap bir şeyler sonucunu da görmesen de, biri gelip seni takdir etmese de ya da hatalarını, neler yapman gerektiğini söylemese de, sana sen ne yaptın o gün bir şeyleri değiştirmek için diye sormasa da diyebiliriz. ama işte bu da insani tatmin ile kafa kafaya geliyor bence. adam sonucunu hiçbir zaman öğrenemeyeceği-göremeyeceği değil dikkatinizi çekerim-bir savaşta şehit düşebiliyor. uğruna öldüğü savaşta galip mi geldi yenildi mi? bilmiyor. umursamıyor belki sadece bir şeyler yapmak derdinde. ama takdir edilmese de insan madalyalar, nişanlar, apoletler takılmasa da bu insan hiç mi merak etmiyor filmin sonunu.

uzun ve belki de yer yer sıkıcı yazdım ama ben de bugünlerde kafamda bu deli düşüncelerle dehşetlerden dehşet beğeniyorum.  

30 Eylül 2013 Pazartesi

Sonra yaz bitti. Sonbahar geldi ve onlar öldü.

Bu yazıyı bir Ağustos günü hatırlamadığım bir yolculuk esnasında yazmışım. Bazen en önemli detaylar hatırlanmaz, nereye, niye, tekrar neden gittiğimi hatırlamıyorum. Sanki seneler evvel gibi...

Yine aynı böyle bir yaz günüydü ama o zamanlar hayattaydı babaannem. Balkonda mı oturuyordu? Aşağı çiçeklere mi bakmaya gitmişti? Televizyonun karşısında mı uyukluyordu? Mutfakta yemek mi yapıyordu? Ya da Hatice Hanıma'a kadar mı gitmişti? Neredeydi?

O zaman da bakmıştım küçücük odasına, pikesi serili yatağına. O zaman da açıktı penceresi ve perde aynı böyle dans etmişti hafifçe esen rüzgarla. Ve çıtmayan o sessizlik. Giderek büyüyen o sessizlik. Ama gidilecek yerler var. Durmaz zaman. Yavaşlamaz.

Şimdi babaannem bozkırın en güzel manzarasına bakıyor. Güneş en güzel orada batıyor.

Sokak aynı sokak ve ben her seferinde o balkona bakar kalırım. Bir zamanlar huzurun olduğu o balkonda artık yalnız hüzün var.

Evler, yollar, evler, yollar... Bana hayatta kalan bu mu? Hep birilerine veda edeyim diye mi geldim bu dünyaya? Sahiden ama sahiden yoruldum.

Oysa ne güzeldi Ağustos böceklerinin sesleri. alışacak zamanım bile olmadı. Ağustos bitmeden Ağustos böcekleri ile vedalaştım. Uçsuz bucaksızlar dahi geride kalıyor yavaş yavaş ve hep oradan oraya... Hep mesafeler... Hep telefonlar, hep e-mailler, hep internet görüşmeleri... Kilometreler erimiyor bir türlü. Garip gurup insanlar olduk çıktık. Yazmantan başka bir şey gelmiyor elimden.

Bazı yazları düşünür oldum. Eski hep eski... Gün ışığının ağaçların arasından göz kırptığı ve ölümle henüz tanışmamış olmanın toyluğuna sahip olduğum eski yazlar... Sonra yaz bitti. Sonbahar geldi ve insanlar öldü. Tanıdığım, birinci dereceden tanıklıklarımım olduğu insanlar, ölmez sandığım insanlar... İnsanlar telefonda ölür mü? Bir insanın varlığı bir telefon görüşmesi ile son bulur mu? Ya da bir insan kafanızda tüm canlılığıyla cirit atarken okur musunuz günün birinde ölümünü saçmasapan bir şekilde internette? Okuduk, telefonlarla da öğrendik insanların ölüm haberlerini ama, ama hiç böyle olmamıştı değil mi? Bana olmamıştı. Sandım ki tanıdığım o insanlar, ölmez. Ölseler bile ben onların ölümünü öyle telefondan, facebooktan falan öğrenmem. Gözümün önünde hep beraber ölürüz sandım. Uzaklarda olmanın en berbat halinin böyle olması... Yediğim en adi, en pis kazıktı.

Veda etmekle tükettiğim şu ömrümde onlara bir veda bile edemedim. En ironik kısmı da buydu. Ve hayat... Ah o hayat... Bir kapı eşiğine sıkışıp kalmış hayat...Orada bir kapı aralığında sarılmanın sancısı... Son cümlem neydi? O bana ne demişti? Neden hatırlamam ki şimdi?

Tüm bu hatırlamamalarıma rağmen ve hatta ölüm beni bulmaz, bana yanaşmaz sanrılarıma rağmen o kapı eşiğine sıkışmış bir de itirafım var:

Açık konuşacağım. Gitmezsem ölmezler sandım. Ama gittim ve onlar öldü. Gitmezsem ölmezler sandım ama yine de gittim. Gitmezsem ölmezler sandım ama yine de gittim. Yine de gittim. Ve onlar öldüler.

Bir kapı eşiğinden yüreğimde öküzlerle gittim. Ölümü onlara bırakıp gittim. Ceplerimden ölümü boşalttım ve gittim.

Şimdi o kapı eşiğinden beni kimse selamlamıyor. O kapı eşiğinde ölüm bile oturmuyor. O kadar yani. O kadar yok.

Ölenler henüz ölmemişleri arada bir yoklasınlar. Hiç olmazsa senede bir gün, hiç olmazsa beş dakika, hiç olmazsa bir an...

Bana bir sefer oldu. O bir an. Bir trendeydim çok alakasız, çok saçma bir yerde. Yan koltuklarda, tam karşımda babaannemi gördüm. Bilmediğim bir dilde ailesi ile konuşuyordu. Ben ona baktım ve ağladım. Trende yol boyunca ona bakıp bakıp ağladım. Gidip sarılmak istedim ama korktum. Sarıldığım anda o artık babaannem olmayacaktı. Ben de işte onu uzaktan seyrettim. Babaannem ailesiyle mutluydu. Yabancı dil bile öğrenmişti.

24 Eylül 2013 Salı

Tüm yollar ölüme çıkar

Havaalanlarından nefret ettiğimi söylemiştim, değil mi? Kimse göz temasında bulunmaz gibidir. Herkes gözlerini kaçırıyordur sanki ve sonsuz hiç bitmeyecek bir hüzün. Havaalanlarından hiçbir şey satın almam ben. İstedikleri kadar vergi düşürsünler, capcanlı renkleriyle beynimizi yıkamaya kalksınlar alabileceğim hiçbir şey gerçek gelmez bana. Ama insanlar elleri, kolları dolu dolu çıkıyorlar her bir mağazadan. Gözlerinde birinden ayrılmanın hüznü ya da birine kavuşacak olmanın heyecanı var biliyorum ama nedendir bu geçiştirmeler? Neden tüm bu karmaşa? Ve nereye kadar? Gerçekten azalıyor mu acısı ayrılmanın harcadıkça? Sahiden birine kavuşacak olmanın coşkusunu dizginliyor mu bir şeyler satın almak?

Gidiyorum, mütemadiyen gidiyorum. Geride yollar bırakıyorum ve önümde zaten yollar... Ve tükendim. Tükendiğimi hissediyorum.

Çocuklar var ve çok konuşuyorlar, çok gülüyorlar. Hepsinin biteceğini henüz bilmiyorlar.

Berbat zamanlar bunlar, berbat! Şöyle haykıra haykıra ağlayamıyor dahi insan.

Çok konuşuyorlar hiçbir şey anlatmadan. Nereye gittikleri, neden gittikleri belirsiz ama çok bağırıyorlar ve aslında tüm bu bağırma çağırmalarıyla içlerindeki sesi bastırdıklarını sanıyorlar.

İnsanlar gülsün isterim, gülsünler, eğlensiler. Neşe onları hiç bırakmasın isterim. Ve hiç büyümesin isterim kimse.

Çocukken büyümek havalı geliyor, ondan bu telaş dedi Seda. Büyümenin hiçbir zaman havalı olduğunu düşünmedim. Daha çocukken, daha her şey kan kırmızısı gibi sıcacıkken ve ellerimdeyken çocukluğum, ya çocukluğumun hakkını veremiyorsam diye düşünürdüm. Daha çok eğlenmeli ve gülmeliydim. Böyle düşünürdüm daha bir çocukken. Çünkü en çok çocuklar özgürdü, en çok onlar masum ve en çok onlar mutlu ama ilk ölenler sanki hep onlardı.

Berbat, berbat günler. Nasıl anlatsam ağırlığını omuzlarımdaki? Ölümlerle, katliamlarla kuşatılmış gibiyiz. En berbatı da sanki alışmak.

Çok insan öldü. Çok çocuk. Durduramadık, her biri öldü. Ve biz uçaklara bindik, evden uzağa istikametli. Sevdiklerimizin her biri orada, burada darmadağın. Ağır gelen kafamdaki sesleri duyamamamdı. Telefonlara bağımlı yaşamaktı yoran beni. Ve sürekli kötü bir haber beklemekti paramparça eden. Bir öğleden sonrası uykusuna yatıyordum ve ben uyurken insanlar öldürülüyordu, bunu anlamak için çok çaba sarf ettim. Tüm her şey, herkes bir uyku anında darmadağın olabilirdi işte.

Hepimiz o meydanlardayız ve alınlarımızdan vurulduk ve hepimiz evlerimizde kurşuna dizildik. Ve bekliyoruz tankları, tüfekleri, polis cobunu, gaz bombalarını, ses bombalarını, gerçek yakan öldüren bombaları.

Zeynep'in balkonunda gecenin bir vakti oturuyorduk. Vodka içiyorduk ve ölümden bahsediyorduk. Sonra o bana kaçak işçilerden bahsetti, tüm günü nescafe içerek geçiren ve kazandığı tüm parayı Ermenistan'a gönderen kaçak işçilerden. Onları şehrin içinde görmezdik, görünmezlerdi. Varlıkları uzaktı. Onlar ancak ölünce var olurlardı. Nedense yalnızca nescafe içerek günü geçirmeleri çok koydu bana. Çay değil de nescafe... Vodka içiyorduk ve göçmenlerden, kaçak işçilerden, sömürüden, kapitalizmden ve ölümden bahsediyorduk. Vodka içmek eğlenceli olmalıydı ancak beni bir kaçak işçinin çaresizliğini bir nescafede özetlecek kadar da acayipti.

Alışıyor muyduk sahiden? Sahiden acısı bir gün geçiyor muydu? O kadar yol teptik, o kadar insan, o kadar zaman... Neden hep eski sancılar? Neden her biri bir başkasını çağırıyor?

Hiçbir zaman eve varamayacağız. Yaşadıklarımdan öğrendiğim bu. Nasıl ki insan vücudu kendini her yedi senede bir tamamen yeniliyormuş ev de öyle olmalı. İçinden çıktığın an artık bilmelisin döndüğün ev aynı olmayacak, hiçbir zaman. Hiçbir zaman eve varamayacağız. Ev, evimiz belki de hiç olmadı.

İnsanlar ölürken bunları konuşmanın anlamsızlığı üzerine sayfalar yazabilirim ama elim gitmiyor ve uyku bastırıyor. Bir uçakta "ev" olmayan bir yerlere hızla yaklaşırken ve bir yerlerde birileri katledilirken... Berbat bir günün seyir defteri... Uyumalıyım, ölecek çok insan var.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Sürgün ve direniş

Ne yazabilirim? Yaşanan günlerin ağırlığını kelimeler anlatmaya yeter mi? Evet, yetmeli aslında. Kelimeler zaten bunun için var, öyle değil mi? Yaşadığımız acıları, kederi, hüznü tüm ağırlığıyla anlatabilmek için...

Ben oldum olası trajedilere aç bir insan olduğumdan sanırım, uzaklardayken bir gün ülkemi öyle bir göreceğim ki aklım duracak, çaresizlikten kendimi yiyip bitireceğim derdim. Sahi sahi, düşünürdüm bunu. Uzakta olmanın bende yarattığı en büyük tahribat budur. Uzaklardayken sevdiğin kişileri peşpeşe kaybedince bir gün ülkeni de ansızın kaybedeceğini düşünüyorsun. Aslında tam da öyle olmuyor. İzah edemiyorum. Kelimelerle aram o kadar da iyi değil demek ki...

Bir de sürgün yeme meselesi var. Ufak çaplı bir sürgün yaşıyorum şu an. Gerçi sürgünün ufağı büyüğü olur mu onu da bilmiyorum ama. Büyük konuşmamak gerek daha görülecek, yaşanacak günler var ama şu ana dek görebileceğim en ırkçı muameleyi dibine kadar yaşadım bir güzel Mayıs ayına girerken. Bu Mayıs'ı hiç unutmam herhalde. Sonra bir de Haziran var tabi. Bir direnişin Haziran'ı...

Yaşadığım faşizm, sürgün insanda hoş bir tat bırakmıyor. Aslında tam olarak şöyle hissettiriyor: Hani metroda, sokakta, otobüste vesaire elle ya da sözle tacize uğradığında insan yanlış bir şey yaptım hissiyatına girer ya, öyle yapmamalıydım, öyle bakmamalıydım, öyle konuşmamalıydım diye. Bu mekanizma tıkır tıkır işler ya kafada. Önünü alamazsın. Bir kadın olarak zaten şu eziyeti senelerdir çekiyorum, bir de ırkçılığın farklı bir yüzü eklendi haneme bir garip sürgünle. Kafka'nın Dava'sında gibiyim. Oradan oraya suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalışıyorum niye ve neden suçlandığımı bilmeden ve dedim ya işte tacize uğradığında nasıl sanki o yanlış bir şey yapmış gibi hisseder ya insan ben de aynen öyle şu yaşadıklarımı kimseyle paylaşamıyorum. Bir bakıma yaşadığım ırkçılıktan dolayı utanıyorum.

Sürgünü yediğim ilk hafta kendime dahi üzülemeden Reyhanlı Katliamı oldu. Tanımadığım insanların evinde yapmacık endişelere gark olmuşlarla iki dakikayı geçemedi ölmüş, yanmış insanların acısını konuşmak. Acelecilerdi, haftasonu tatillerinde kafalarını bozacak şeyler istemezlerdi. Ve ben gözlerimdeki iri damlaları içime içime akıtacak vakit dahi bulamazken içlerinden biri o iki dakikaya rağmen "Bugün güzel bir gün" dedi, "Çimleri biçtim." Bana verilen küçük odaya gittim, yatağa kapaklandım ve saatlerce ağladım.

Sonra trenler... Sahiden trenler... Gerçekten film gibi. O trenden bu trene sürekli bir yere yetişme telaşı, bir bakın ben aslında masumum serzenişi... Kapılar kapanıyor yüzüme, telefonlar çat çat kesiliyor ve ben düşünüyorum, tüm bunlar ne zaman oldu? En keskin hatıram sanki bin yıl öncesine ait ve arada kocaman bir boşluk ve birden PAT burdayım. Müthiş bir kendime yabancılaşma hali... Aynada bakıyoum, gördüğüm kişi aynı. Ellerime bakıyorum, yorgun görünseler de aynılar. Ve diyorum, "Bu, bu benim hayatım mı?"

Havaalanları girdiğinden beri hayatıma artık farklı bir insanım. Birçok yere gidiyor ama aslında hiçbir yere varmıyorum. Tüm bunlar hakkında sayfalarca yazabilirim ama hayır bunları konuşacak zaman değil. Tutup da kendi derdimi anlatmak bencilce geliyor.

Çünkü bir sürü çocuğu öldürdüler.

Ethem öldü. Ali öldü. Abdullah öldü. Mehmet öldü. Medeni öldü.

Ve bir gün bizi de öldürecekler.

5 Temmuz 2013 Cuma

Lavabo ovmak üzerine...

Yağmur yağıyor. Yağmur hep yağar zaten. Daha hiç yağmadığını görmedim. Aklımdan türlü düşünce geçiyor. Nasıl oluyor? Nasıl beceriyorum ben başımı belaya sokmayı her seferinde ustaca bir titizlikle? Yüreğime öküzler oturmuş, kalkmak bilmiyor. Öyle bir ağırlık var ve resmen kelimenin tam anlamıyla sürgün yedim ya gülesim geliyor. Neredeyse "Ay ben beceremem ki..." diyeceğim. Öyle de bir vurdumduymazlık... Neresinden baksan elinde kalır. Kalbim resmen paramparça. Hümeyra'nın şarkısını dinliyordum geçenlerde. Ağlamaktan içim çıktı. Beş dakika sonra gayet sakin lavabo ovuyordum. Bir yerde temizlik yapmam da gerekli. Dengem şaştı diyemeyeceğim. Denge mevzularını zaten oldum olası tutturabilmiş değilimdir. Ama ilginç işte.

Tüm sevdiklerim benden ayrı yaşarken ben nasıl sakince lavabo ovabiliyorum?

 

10 Mart 2013 Pazar

0

Bazen gittiklerini hayal ediyorum.

Durduramıyorum, gidiyorlar. Ve ben zaten gitsinler istiyorum Yaşar Kemal'in o meşhur cümlesindeki gibi: "O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler."

Toplasınlar neleri varsa neleri yoksa, koysunlar çıkınlarına, sırtlasınlar atlarına, elleri dolu dolu çıksınlar şu kapıdan, gitsinler buradan daha fazla geç olmadan. Doldursunlar neşeyi koyunlarına, götürsünler dostluklarını. Gökyüzünün mavisini alsınlar, şarabın kırmızısını. Hiçbir şey bırakmasınlar geriye.

Bana, bize acısı kalsın gidişlerinin. Yüzlerini giderek unutuşumuzun çaresizliği kalsın. Efsanelerinin giderek silinişi kalsın. Adsız, yüzsüz unutulan kahramanlara dönüşsünler. Şüphesi kalsın sonra varlıklarının. Acaba hiç buralara düşmüş müydü yolları sahiden ve bir gün ansızın gitmişler miydi gerçekten?

Gitmeliler. Daha da geç olmadan gitmeliler. Aslında hiç gelmemeliydiler. Hayal ediyorum işte, gitsinler istiyorum. Hiç var olmamış olsunlar. İhanetimizi unutsunlar. Neşeyi, sevgiyi, iyiyi alıp gitsinler. Arkamızda sakladığımız hançer yerini bulamadan gitmiş olsunlar. O hançer ki yarar göğü ikiye, ne renk kalır, ne söz. Bulur elbet bir göğüs kafesinden ötesini.

Ufukta kaybolan birer karartıya dönüşene dek durmasınlar. Bir kez bile dönüp arkalarına bakmasınlar.
Onlar güzel insanlar, onlar iyi insanlar. Buralar onlara göre değil.

Ve biz onlarla gidemeyiz. Biz geride kalacak olanlarız.