13 Aralık 2012 Perşembe

A Christmas Carol

Bir hayalet dolaşıyor pek sevgili dostlar. Avrupa'da eski bir tanıdığın hayali yeniden peydah olmanın sevinciyle oradan oraya dolaşıyor. Bu da aslında bu eski tanıdığın aslında hiçbir zaman terk etmediğini, hep orada bir yerlerde bu sahte, bu yalancı medeniyet düzenbazlığının zayıf bir anı gelene dek beklediğini gösteriyor.

Kadın suratıma tükürür gibi konuşur muydu yoksa çürümüş dişlerinin, sigara kokan nefesinin arasından? Üstelik suratımdaki o salak gülümsememden anlayamadığım o kadar belliydi ki. Dışarısı buz gibi ve ince ince kar yağıyor. Benim diyen adamın yüreği yumuşar manzaraya.  Sonra oda da sıcaktı hani gevşemiştim içeri girdiğimde o kadar üşümenin ardından. Bir koca Noel ağacı, süslenmiş, püslenmiş. Ne kadar kapitalizm de desen, o da desen bu da desen koca şehirde bir Noel Pazarı çılgınlığı da var zaten. Bir de sanıyorsun ki Noel ruhu dedikleri meret gerçekten var. Hani insanlar niyeyse aşırı alışveriş yapmanın ve indirimlerle gelen tüketmenin ama daha çok tüketmenin sevinciyle insan olduğunu biraz olsun hatırlıyorlar da aman mutlu olalım, hayat çok güzel, fakirlere yardım edelim, küçük de olsa bir değişim yaratalım falan diyip kapıyı falan tutuyorlar kendilerinden sonra kapıdan girecek kişiye. Şanslıysan kalemin, kağıdın falan yere düşerse alıp veriyorlar bazen de bir gülümsemeyle. Sonra bu küçük dokunuş seni de etkiliyor, sen de efendime söyleyeyim Carrefour'da sıra bekleyen yaşlı teyzeye sıranı falan veriyorsun. Aman tanrım işte bu ve bunun gibi bir olağanüstü iyi olma hali. İşte bunu pazarlamalıyız. Evet seyirciler, evet sevgili dostlar insanlık bu kadar ayağa düştü.

(Bunun gibi saçmasapan insani(!) hikayelerle bezeli bir videoyu geçenlerde bir arkadaşımın facebook'ta paylaşmasıyla izleyince "Bu ne la?" demekten kendimi alamadığımı not düşmek isterim. İşin komik kısmı bu video esasen bir reklamdı, daha da beteri bir sigorta şirketinin reklamıydı. Bingo! Zaten bir reklam sektörü, bir de sigortacılık sektörü! Tiksinmekten kendimi alamam.)

Dürüst olmak erdem olalı çok oldu da ulan gülümsemek bile erdemmiş baksana. Birine kapı tutmak, işte efendim poşetini taşımasına yardım etmek bir erdemmiş a dostlar. Noel ruhu sen nelere kadirsin. Noelse Noel, gülümsemeyse gülümsüyordum işte ama kadın hala küfür gibi... Bağırıyor bana bilmediğim ama az çok çaktığım o dilde. Salak gülümsemem siliniyor tabi. Silinmesin mi, taş mısın be mübarek Noel de olsa? Tek isteğim o buz gibi soğuğa geri dönmek. Ne o süslü püslü Noel ağacı, ne o loş ışık, ne de iliklerime işleyen o hoş sıcaklık...

Ağzından çıkan o son cümleyle daha da irkilsem de sesimi çıkaramamam sonra... Kendimden daha çok tiksinmem... Ulan ne garip gerçekten yine geçen Noel'di bak sen. Bir başka memleketin başka güzide bir kentinde kadının tekine faşistliğin lüzumunu sormamla üstüme yürümesi bir olmuştu. Kendimi zor kurtarmıştım. Ağzımın payını aldım bayım, köşemde sinip, aslında kadının dediğini anlamadığımı düşünmeye koyulmam bundandır herhalde. Yine de düşüncelerim önümdeki masayı devirmeye, Noel ağacını tekmelediğimi hayal etmeye evriliyordu. Kadının gözlerinin içine bakarak soruyordum sonra: "Olduğunuz kişiden memnun musunuz bayan?" Sonra iğneleyici gülümsememle birlikte "Hadi gelin birlikte Charles Dickens'tan A Christmas Carol'u okuyalım." diyordum. "Hadi gelin çöpe atacağınız o akşamdan kalma yemekleri gelin fakirlere verelim. Tamam, sizin istediğiniz olsun. Sizin milletinizden olanlara fakirlere verelim. Gerisi defolup geldikleri ine geri dönsün! Siz kiliseden çıkarken kapıda, yerlerde dilenmeleri de zaten ne kadar da basit yaratıklar olduğunu göstermez mi? Hiç yere bakmadan, başınız dimdik çıkın kiliseden bayan. Size bu yakışır."

Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor dostlar. Faşizmin hayaleti... O hep oradaydı, hiç gitmedi. Kendi başına gelince mi anladın demeyin, olmaz mı? Gördüm ben o hayaleti. Bir kez üstüme yürüdü, defalarca aşağıladı. İşte burada bir hançer gibi sırtıma saplandı. Acıtıyor. Haddini bildiremedim ya o hayalete. O daha da çok acıtıyor. Kim ne derse desin aşağılanmak acıtıyor. Noel'de bile olsanız...  


9 Eylül 2012 Pazar

Madem İyisin

Madem iyisin.
Anladık iyisin,
Ama neye yarıyor iyiliğin?

Seni kimse satın alamaz,
Eve düşen yıldırım da
Satın alınmaz.
Anladık dediğin dedik,
Ama dediğin ne?
Doğrusun, söylersin düşündüğünü,
Ama düşündüğün ne?
Yüreklisin,
Kime karşı?
Akıllısın,
Yararı kime?
Gözetmezsin kendi çıkarını,
Peki gözettiğin kimin ki?
Dostluğuna diyecek yok ya,
Dostların kimler?

Şimdi bizi iyi dinle:
Düşmanımızsın sen bizim.
Dikeceğiz seni bir duvarın dibine,
Ama madem bir sürü iyi yönün var.
Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine.
İyi tüfeklerden çıkan,
İyi kurşunlarla vuracağız seni.
Sonra da gömeceğiz,
İyi bir kürekle,
İyi bir toprağa.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

ilk göz ağrısı

yorgunluk, bel ağrısı, boyun ağrısı, göz ağrısı...

göz ağrısı dendiğinde başka bir şey anlardım halbuki önceden. ilk göz ağrısı derdi anneannem. benim için. ilk torundum. ilkleri sevmiyorum. yavaş yavaş anladım.

yazın dibine geldik, hala kulaklarımda karga sesleri. halbuki şehri geçtim, başka bir coğrafyaya attım kendimi. hala penceremdeler. nereye gitsem oradalar.

ve ben yorgunum. hiç olmadığım kadar. daha önce böyle yorulmadım hiç. öyle ki elimi uzattığım her şey anlamsız. sevdiğim pek fazla bir şey kalmadı.

hiçbir şeyi sevmiyorum artık hayatta. sahte geliyor yaşamaya çalışma çabam. sahte geliyor hayata tutunmam. bir nehrin dibine çakılsam orada çürüyene dek kalsam...

ağustos böcekleri nerede? neden duymuyorum artık hiçbirini? neden sadece kargalar kaldı bu dünyaya? ve neden hep benimleler? istemiyorum onları. gitsinler.

içim çıkmışçasına ağlıyordum sokaklarda yürürken. neden kimse nasılsın diye sormadı? neden kimse gözlerime bakmadı? gözlerim ağrıyor. ilk göz ağrım değil. ilklerden nefret ediyorum.

22 Haziran 2012 Cuma

Let's party hard and forget we are brainwashed!

Zamanlamalar ilginç, önemli...
Sabah alışkanlıkları, modern zamanlar alışkanlıkları, beni bazı bazı bilgisayarın başında hapseden alışkanlıklar...
Çay, internet, sabah mahmurluğum...
Uyuşmuş gözlerim...
Birkaç haber sitesi yanlarında bir de parıl parıldayan facebook'um...
Hiç kapatmaya yeltenmediğim, "Ben gidiyorum yea, çok yalan bir ortam" diyenleri, deyip de iki gün sonra geri dönenleri anlamadığım günlük saçma meşgalem...
Aslında o kadar da yalan da değil halbuki.
Yine bir şeyler olmuş.
Polis diyor, bizim hayatlarımızı korumak için gecesini gündüzüne katıyor.
Açığa alınan polisle empati kurabiliyorum diyor. Yazık diyor.
Kimse yaşları 14 ve 18 olan o çocukların neden araba çaldığını sorgulamıyor.
Sürekli bir korku.
Sürekli bir polis gerekeni yaptı.
Polis orada bizim için.
Polis ne de değerli.
Dövüle dövüle komaya sokulmuş o çocuğun hayatını kimse anlamaya çalışmıyor.
Çünkü o önemsenmeyen bir azınlık.
Ama hep diyor suçlular, hırsızlar, tecavüzcüler bunlardan çıkıyor.
Devlet diyor bunlar okusun diye pozitif ayrımcılıkla bunlara öncelik tanıyor diyor ama bunlar yine de araba çalıyor diyor.
Biz okuldayken bunlarla hiç konuşmazdık dediğini hatırlamıyor. Zaten İngilizce'ye de pek hakim olmuyorlar dediğini unutuyor.
Kimse öteki olmaz istemezken hep bir öteki var ama. O öteki hep orada. Dünyanın neresine gidersen git o öteki orada.

Gel de yakma bu dünyayı. Hiç mi umut olmaz ya? Hiç...

Gel de yakma...





20 Nisan 2012 Cuma

Ya yoksa bir daha...

Şiir yazmaz olmuşum. Birden fark ediverdim, yaşlı hissettim kendimi. Sanki sadece çocuklar ya da şairler şiir yazarmış gibi. Sonra bundan sonra okuyacağım hiçbir kitabın beni bir zamanlar çocukluk ya da ilk gençlik yıllarımda okuduğum, bana uykusuz geceler yaşatan kitaplar kadar etkileyemeyeceği endişesi düştü kalbime. Zamanında okumayıp da kaçırdığım kitaplar şimdi okusam dahi aynı etkiyi yaratmaz gibi geldi tertemiz, kirlenmemiş, berrak bir zihinde yapacağı kadar. Dokunamaz sanki artık hiçbir güzel şarkı ruhuma, cümlelerin altını tekrar tekrar çizmem sanki bir daha artık hiçbir şiir kitabında, durdurup aynı sahneyi bir filmde defalarca izlemem belki artık. Ya da belki hiçbir şey şaşırtmaz, meraklandırmaz, heyecanlandırmaz sanki bir daha hayatta.

Kırışıklar dolsun yüzüme, belim eğilsin, kamburlaşayım, saçlarım ağarsın, tombul, yaşlı bir ölümlü olayım. Bunlar acıtmaz sanki canımı.

 Acıtacak olan çok başka bir şey...

İşte bu yüzden genç olmayı çok yanlış tanımlıyorlar.

26 Şubat 2012 Pazar

Çiçek, Güvercin ve Karga

Fark ettim de büyüdükçe günler daha bir birbirinin aynı olmaya başlamış. Güne gri bir gökyüzüyle uyanmak ruhumu haliyle sıkıyor, boğuyor. Şu anki evimin arka bahçesi küçük bir ilkokula bakıyor mesela. Arada çocuk cıvıltıları doluşsa da evin içine, balkona kargalardan başka bir kuş konmuyor. Eskiden çok eskiden bir yaz günü uzaklarda evimizin balkonunda bir güvercin ölüsü bulmuştum. Kanlar içindeydi. Nasıl öldüğünü anlayamamıştım. "Kargalar yapmıştır." demişti babaannem. "Balkondaki çiçekleri yiyeceğiz diye paylaşamamışlardır. Ondan olmuştur." Babaannemi yalvar yakar ikna etmiş, onun güvercini balkondan almasını istemiştim. (Ölülere dokunamam ben, ölünün varlığını hissetmek dahi istemem ama şimdi zaman zaman düşünüyorum da keşke babaannemi ölü dahi olsa son bir kez öpebilseydim.) Babaannem benim toyluğuma gülerek, güvercini dualarla balkondan almıştı. Bana da balkondaki çiçekleri annemin talimatıyla bir başka katliama sebebiyet vermeme adına içeriye almak düşmüştü. (Elbette annem pek sevgili çiçeklerini de hiçbir canlıya yem yapmak istemiyordu da.) Babaannemin balkonu kuşlar için koyduğu su taslarıyla doluydu. Serçeleri de unutmamış, onlar için güvercinler ve kargaların erişemeyeceği sadece küçük kuşların erişebileceği bir yere bir tas da onlar için koymuştu. Evde tek başına kalmasına kimse razı olmasa da susuz Ankara yazlarında o kuşlarına su vermesi, ön bahçeye diktiği çiçeklerini sulaması, kedilere, köpeklere su ve yemek vermesi gerektiğini ve evini çok sevdiğini söyleyerek evinden uzak kaldığı birkaç günün ardından hemen evine geri dönmek isterdi. Çiçekler, güvercinlerden geriye kargalar kaldı. Babaannem çiçeklerle gitti.

7 Ocak 2012 Cumartesi

Gerçek distopya

Şu an Mohsen Namjoo'dan Alaki dinleyerek yazmaya başlıyorum bu yazıya. 2011 gerilerde kaldı. Bu bloga başladığımda takvimler 2008'den 2009'a devrilmişti. Ankara'daydım. Kafam insanla, insanı insan yapan değerlerle bir de ölümle meşguldü. Yakından tanımıyordum ölümü. Daha önce hiç sevdiğim, yakınen tanıdığım bir insanı kaybetmemiştim. Televizyondan yakınlarını kaybetmiş insanların tepkilerini gözlemlerdim kendimce. Ölümün sevdiklerimi bulmayacağı günleri düşünmeye gayret ederek... Ve kendimce bu blogu bir hümanist manifesto olarak tanımlamıştım. Hakkını veremedim. Zaten birçok şeyin hakkını veremem ben.
Neyse...
Bir şeyler oldu. Kötü şeyler, olmaya da devam ediyor.
Küçük, küçücük bir dünyam vardı. Kutu gibi ama bir o kadar güzel.
Allah kahretsin bu bunalımlı hallerimden nefret ediyorum hep güzel gözlerle bakmaya çalıştım hayata. İnadına güldüm.
Midem bulanıyor. Adına dünya diyorlar. Biliyorum. Yalnızlık ve bilhassa hüzün peşimi bırakmıyor.
Ve müthiş bir öfke var içimde. Uludere'de olanlar uykularımı kaçırıyor. İnsanlar Yılmaz Özdil yazılarından pay biçerken ben hep aynı şeyi düşünüyorum: Bu insanlar zalim olduklarının farkındalar mı? Kaç kişinin ölmesi gerek anlamaları için tüm bunların anlamsızlığını? Babaannemi kaybettim. Hayatım kaydı zannettim. O insanlar çocuklarını kaybettiler. Babalarını kaybettiler. Hayat arkadaşlarını kaybettiler. Siz neden bahsediyorsunuz? Siz kimsiniz? Nesiniz? Necisiniz? Hangi vahşi ormandan, hangi tabiattan türediniz? Kanınız donmaz mı? Canınız acımaz mı? Bir lanet çekip sarılıp ağlamaz mısınız? Kimsiniz siz? Neden?
Yoruldum.
Çok...
Bu dünya gerçek bir distopya.