24 Ocak 2016 Pazar

Liège'e giden bir yol ve iki istasyon.

Açık konuşmak gerekirse; yeni bir deftere ihtiyacım yoktu. Ya da yeni bir pilot kaleme... Haliyle dürüstçe diyebilirim ki yeni sözcüklere, yeni söz yığınlarına ve cümlelere de ihtiyacım yoktu. Zira halihazırda bir defterim var, aylardır kapağını açmadığım, bir sayfasını dahi çevirmediğim. Odamın bir köşesinde öylece duruyor. Nerede olduğunu bilmiyorum. Odada bir yerlerde ancak ben sahiden defterimin nerede olduğunu bilmiyorum. Ve işin hazin kısmı, defterimi bulmaya çalışmıyorum bile. Zaten uzun zamandır her şey biraz böyle. Her şey biraz kayıp ve ne nerede hiç bilmiyorum. Aynı kendim gibi. Ödünç bir hayatı yaşıyormuş gibiyim. Bir ziyaretçi... Bir müzedeyim. Doğal yaşam müzesi. Bir "homo sapiens"in 21. yüzyılda bir başına yaşam mücadelesinin enstalasyonunu gerçekleştiriyorum. Müzenin kapama saati gelince belki ben de kendi hayatıma geri dönebileceğim. Eğer kendi hayatımdan bir kalıntı kalırsa elbette.

Şu an gerçekten nereye gitmem gerektiği konusunda hiçbir fikrim yok. İki adım attım ve yoruldum. Sonra Hema'ya girip bu defteri aldım. Yanına da güzel pilot kalemler... Sonra bir güç geldi kendime. İki adım daha attım ve yine tükendim. Ve işte şimdir istasyonun önünde (ne de banal) bir bankta yazıyorum bu satırları. Nereye gitmem konusunda inanın hiçbir fikrim yok. Aklımdan uçaklar geçti önce; zira daha birkaç saat evvel bir uçaktaydım yine. Beni geldi bu hiç kimseyi tanımadığım, hiçbir ilgimin olmadığı bu şehre bıraktı o uçak. Eve giden uçaklar hep bir süre sonra beni geri getiriyor zaten. İşte bu gerçekten ötürü eve gitmeye dahi sevinemiyor insan. Kaldı ki gidecek bir ev de yok artık. Bu sefer gerçekten yok. Çünkü ben o evi paramparça ettim. Şikayet etmeye, yasını tutmaya dahi hakkım yok.

Yol nereye gider? Ben hangi kavşaktan dönmeliyim? Hangi dönemeç beni gitmem gereken istikamate götürür? Birine yolu sorsam, yalnızca adresi değil de gitmem gereken yeri de söylese... Desem ki birini durdurup: "Pardon, iyi günler! Bir soracaktım. Ben nereye gitmeliyim?" Karşımdaki gözlerinde bir ışıltıyla yalan yanlış gülümsese ve bana "Bakın, şuradan tam sağ yapın, sonra ilk sol ardından dümdüz hiç sapmadan. Tam orası işte, yol bitiminde." Ardından rica minnet yola koyulurum. Ben nereye gitmeliyim? Bu şehre dahi neden geldiğim meçhulken ben nereye gitmeliyim? Hayır, yanlış! Bu şehre gelmem sebebim, daha doğrusu, "görünen" sebep ortada. Konferans, monferans vs. Görünen, aşikar, birincil sebepler ayan beyan ortada. Ama dahası var tabi. Olmalı. Eğer şu an oturduğum bu bankta hiçbir şey düşünemeden bu satırları yazıyorsam olmalı.

Banktan ayağı kalktım ve farkına vardım ki otelin olduğu istikametin tam zıt istikametine doğru yol almışım. Ama istasyon yanılttı beni. Yol üstünde bir istasyon olmalıydı. Vardı da. Geri dönünce fark ettim ki yolun diğer yakasında da bir başka istasyon var. Ve gitmem gereken taraf tam olarak orada. İki istasyonun arasında sıkışıp kaldım işte. Tam olarak öyle. Ve hatta daha trajik daha komik bir şey daha söylemeliyim. Bu iki istasyonu birbirine bağlayan yol, yani ben havaalanında getirip de bıraktıkları o yol şöyle anılmakta: "Alleé de  Liège" Gerçekten bir şaka olmalı. Hayatımın en berbat, en kötü iki senesini geçirdiğim, adını dahi andığımda içimin ürperdiği o şehri, o şehrin bende bıraktığı tahribatın nedenini, o tahribatı, başka bir şekilde onarmışken, her şey çözülmüşken, her şey aydınlanmışken, vakit sırtını arkaya yaslayıp derin bir "oh" çekip rahatlama vaktiyken her şey yine tepetaklak oldu.

Benim ne yeni bir deftere, ne yeni bir kaleme, ne de yeni bir istasyona ihtiyacım vardı. İşin ilginç kısmı bu sefer ben durmadım bu istasyonda. İstasyonun kendisi bana geldi.

Not: Bu yazı bir Mayıs günü Lille şehrinde şeker pembesi renkli bir deftere yazıldı. Şehre varıp anlık panik atağımla bir defter alıp tüm gün yazmıştım. Devamı da var. Cesaretim olursa devamını da eklerim belki.