20 Eylül 2019 Cuma

Düş


Beni öldüreceklerdi, biliyordum. 
Evimi, sokağımı dağıtmışlar, beni, ailemi sürmüşlerdi. 
Cebimde ne zamandan beri sahip olduğumu bilmediğim bir silah vardı.
O silah beni korumalıydı. 
Birinin ben ilerlerken bana saldıracağından emindim. 
Biri beni durduracak, 
canıma kastedecek, 
dişlerimi sökücek, 
saçlarımı kesecek, 
etlerimi kemiklerimden kaşıklarla kazıyıp, 
bir ısırıkta, 
bir lokmada yutacak, 
benden geriye kalanları 
bir mücevher 
bir madalya gibi 
boynunda taşıyacaktı.
İşte bunu bilerek yola çıkmıştım. 
Tek başımaydım.  
Kimsenin beni koruyup kollamayacağını bildiğim halde arada arkama bakıyordum. 
Kimsecikler yoktu. 
Önüm birçok, çeşit çeşit düşmandan ibaretti. 
Düşmanlarım, görünmezlerde, bana pusu kurmuş beklemekteydi. 
Bildiğim tek şey ilerlemek zorunda olduğumdu. 
Geri dönemezdim. 
İçinden geçtiğim kasaba, kovboy filmlerindeki kasabalara benziyordu. 
Terk edilmiş gibi gözüken, 
içinde insanların yaşadığı 
ama hepsinin kendilerini güvenli alanlara alıp 
olup biteni camlarından izlediği 
bir kasaba. 
İlk kurşun yanıbaşımdan geçti. 
Ateş edeni göremedim, 
uzaktaydı. 
İkincisi öteki yanıbaşımdan.
Bir türlü hedefi tutturamıyordu. 
Hadi bir daha, 
üçüncü kurşun.
Yine olmadı. 
Ne kaçmaya çalışıyordum 
ne de kendimi korumaya. 
Elim cebimdeki silahıma bile gitmiyordu. 
Ne geri gidebiliyordum, 
ne de ileri. 
Sonra onu gördüm, 
hedefi tutturamadığından canı sıkılmış olacak 
bana yaklaşmaya başladı. 
Uzaktan ateş ederek yanıma gelmeye başladı. 
İşte ancak o zaman elim silahıma gitti. 
Silahımı ona doğrulttum, 
tetiği çektim. 
Boş. 
Sıkılacak tek mermim kalmamış. 
Ne zaman, 
nerde, 
kime 
harcadım tüm cephanemi? 
Şimdi ne olacak? 
Neden geriye gidemiyorum? 
Neden kaçamıyorum? 
Neden kaçmıyorum? 
Neden evlerindeki insanların hiçbiri yardım etmeye çalışmıyor? 
Yaklaşıyor. 
Hedefi bir türlü tutturamıyor ama yaklaşıyor. 
Eğer yüzyüze gelirsek, 
eğer elindeki silahın namlusu alnıma bir kere değerse 
işte o zaman, 
hedef yerini bulacak, 
işte o zaman her şey bitecek. 
Son anda, 
gerçekten son anda, 
sağımdan ve solumdan 
kurşunlar yağıyor düşmanıma. 
Arkamdan geliyor bütün hepsi. 
Düşmanım yaklaşmaya devam ediyor 
ama beni savunan birileri var. 
Arkama dönüyorum 
usulca ve şaşkınlıkla. 
Birilerinin beni koruyacağına hiç ihtimal vermemişken kim bunlar? 
Her biri kavruk tenli, 
hafif şişman, 
birer devrimci gibi çatışmada uzman. 
İçlerinden biri bağırıyor bana 
“Dayan!”.

18 Şubat 2019 Pazartesi

Ranza

Tüm ilk gençliğim doğuştan default olarak geldiğini sandığım melankolimin arkasındaki gerçek sebebi aramakla geçti. Öyle ya, bir şeyler olmuş olmalıydı, ben küçükken, bit kadarken, hafızamın yetmediği dönemlerde içime işlemiş bir şey olmalıydı ki ben böylesine zamandan, ölmekten, yitmekten korkayım.

Ah insan beyni öylesine büyüleyici bir yer ki... Öyle dipsiz kuyular, öyle dehlizler var ki... Öylesine sürprizler var ki insanı bekleyen... Öyle anılar var ki travma olduğundan bihaber... Bazısı tam gözünün önünde senelerce durur. Ben onun varlığının farkındayımdır, insanlara anlatmışımdır. Normalde en derin yaralarını saklamayı marifet sanan ben ne hikmetse bu ilk yaramı hiç çekinmeden herkesle paylaşmışımdır Fiziksel bir yara olduğu için mi? Gerçekten yere tüm hızıyla somut bir şekilde çakıldığım için mi?

En güçsüz hissettiğim dönemlerde insanlar beni çok güçlü sanarladı. Oysa ben evden okula, okuldan eve dönüşlerimde zihnimin derinlerine iner, bir travma bulmaya çalışırdım. Sanki bulsam, tespit etsem bir anda mutlu bir insan olacak ve geçip giden zamandan bu kadar korkmayacaktım. Hiçbir zaman bulamazdım. Çocukluğuma dair hatırladığım bölük pörçük birkaç anıdan her biri sıradan gözükürdü gözüme. Gözümün önünde dururlar, etrafında dolaşır ama hiçbirini tekrar ziyaret etmezdim. Hep daha fazlasını, daha büyüğünü beklerdim. Öyle olmalı sanardım.

O yüzden seneler sonra -evet 25 küsür sene sonra- dudağımda çıkmış uçuğumla, çocuksu düz kesim kahküllerimle işyeri tuvaletinin aynasında aksimi gördüğümde birden gözyaşlarına boğulmam benim için de sürpriz oldu. Oysa rüyalarımda vardı bu. Rüyalarım, iç dünyam, evden okula okuldan eve dönüşlerim, diş tellerimin hikayesi bana demekteydi: Bak işte bak buradayım. Neden görmek istemiyorsun? Boşuna başka yerlerde debeleniyorsun. Ben buradayım. Sen küçücüktün, kuzenin seni yüksek bir yere koyup atlamanı istedi senden, sana seni tutacağını söyledi, sen ona inandın ve yere çakıldın. Seni tutmadı, bile isteye tutmadı. Ağzın yüzün şişti, yıllar sonra çenende hasar bıraktığını, diş teli takman gerektiğini öğrendin. Bunların belki de hiçbiri o kadar da önemli değildi. Sana ilk yalan o zaman söylendi. Ve sen inandığın o ilk yalanın bedelini yere çakılıp bilincini yitirmenle ödedin. O günün fotoğraflarında dudağın patlak ve şiş, kahküllü saçlarının ardından gözlerin gülümsemeyecek. Bir şeyler kırılacak içinde, sen bilmeden. Bu hatıranın hayaleti seni yıllarca rahat bırakmayacak ama sen anlamayacaksın bile çünkü bambaşka yerlere bambaşka şeylere dönüşecek.

İşin ilginç kısmı aslında bundan sonra başlıyor. Benim kimseye inanmamam ve güvenmememle... Bir yerlerden atlanacaksa biri beni itmeden, biri beni kandırmadan kendi isteğimle atlamamla... Hayatımda attığım cesaret dolu gözüken her adımda aslında düşmekten ölesiye korkan küçük bir kız çocuğu var. O küçük kız çocuğu bir başkası ona zarar vermeden, ne olacaksa olsun dercesine, atlıyor bilinmezliğe. Yere çakılacaksam da kendi kararımla olsun diyor.

Küçük basit önemsiz gözüken şeylerin gücü karşısında eğiliyorum. Ve Orçun abi seni affetmiyorum.

29 Ocak 2019 Salı

Kasımpatı

Uzun upuzun yazlar bitti. Geriye bir arabanın arka koltuğu kaldı.
İşte gidiyoruz yine. Rüya mı gerçek mi? Ne önemi var ki? Ben arka koltuktayım.
Arka koltuğa saplanmış, kalmışım üstelik. Güç bela bir şeyleri yerli yerine oturtuyorum
Mütemadiyen değişen manzaraları hızlı çekimde izliyorum. Ağaçlar, boş araziler, yeşillikler ve bol sarılar geçiyor gözlerimin önünden durmaksızın. Sahi biz ne zaman dururuz? Ne zaman durur da soluklanırız? Ne zaman birbirimizin gözlerinin içlerine bakarız gözlerimizi kaçırmaksızın? Olmaz, değil mi? Bir şeylere geç kalındığından değil. Bir şeyler uzaklarda bir yerde küçülerek kaybolduğundan da değil. Ruhumuzu kemiren sıcaklığında yarınları telaşla beklediğimizden de değil. Eğer gözlerimiz birbirine bir kez olsun değerse biliriz ki tüm yaşananlar sıfırlanacak, bir başka geçmişin hükmü sürecek o andan itibaren. İşte ondan korkarız. Lanet ettiğimiz geçmişi sıfıra çekmekten korkarız. Nasıl olur da yaşanmışlıkları tüm acısına rağmen hükümsüz kılabiliriz?

Ben keyfini sürdüğüm çocukluğumun da sona ereceğini biliyordum. İşte o yüzden en deli dolu çağımda bile o kadar da deli değildim. Çünkü bilirdim. Bu yaz bitecek, bu sıcaklar geçecek. Kış gelecek. Sonra kış da geçecek, getirdiği karlar eriyecek ve yeniden yaz gelecek. Tekrar kış, tekrar yaz. Tekrar kış, tekrar yaz. Bu hiç bitmeyen döngüde bir gün gelir de döngü kırılır mı diye bekler dururdum. Sanırdım ki zaman geçtikçe, yıllar aktıkça günlerden bir gün bir şeyler olacak da kış gelmeyecek ya da yaz diye bir şey hiç olmamış olacak. Ne ahmakça! Üstelik neden? Neden böylesine arzulardım olağanın dışında gerçekleşecek büyük bir kırılmayı? Kendimden kaçmak için mi? Olduğum kişiden uzaklaşmak için mi? Türümü inkar etmek için mi? 

Türümü ne enlemde ne boylamda inkar edemezdim oysa. Böyle bir düzlem, böyle bir evren inşaa edilmemişti. Hayatı okumaya ve okuduğumu anlamaya başladıktan sonra anladım ki saplanmak zorunda olduğum bir evren de vardı üstelik. Ne yapacaksam bu evrende yapmak zorundaydım. Güleceksem de, düşeceksem de, ağlayacaksam da, aşık olacaksam da, acı çekeceksem de hepsini bu evrende yapmak zorundaydım. Kaçış yoktu. Kaçış kelimesi tanımsızdı.

Ama arabaların arka koltukları beni bazen bir yerlere götürürdü işte. Arka koltuğa yerleşir, düşüncelere dalardım. Düşüncelerimi hayata geçirmeye kalkıştığım andan itibaren işler ters giderdi sonra. Bana karşı kurulmuş bir sabotaj olarak okurdum tüm aksi giden her şeyi. Yine de beklerdim. Beklerdim büyük, kocaman, tanımsız, her şeyi değiştirecek 'şeyin' gerçekleşeceği günü. Bir türlü hiçbir şey gerçekleşmezdi. Tamam geçmiş hükümsüz kalmasındı ama ya kaçmak? Arkana bakmadan bu evreni terk etmek? Bir damla gözyaşı dahi dökmeden tertemiz bir terk ediş? Sıfırcasına bir deliriş?

Bu evreni terk etmek istiyordum. Karanlıkta saatlerce kımıldamadan oturmak istiyordum. Konuşmadan anlatmak istiyordum.Yarın diye bir şey olmasın istiyordum. Bedenimin yörüngesini değiştirmek istiyordum. Organlarımsız var olmak istiyordum. Ne de çok şey istiyordum?

Anladım ki bu evreni terk edemedikten sonra geride kalan hiçbir şey geride kalmıyor. Kimseyi geride bırakamıyorum. Hiçbir şeyi geride bırakamıyorum. Hiçbir acıyı, hiçbir sevinci terk edemiyorum. Hepsi benimle birlikte arabanın arka koltuğunda bir yerlere gidiyor işte. Yörüngeme takılmışlar. Kıramıyorum yörüngemi. Yörüngemde geçmiş ve gelecek, dönüp duruyoruz. Tekrar kış, tekrar yaz. Gelecek, geçmiş, gelecek, geçmiş. Tekrar kış, tekrar yaz. Oysa ben bugünü bile ateşe verip fırlatmak istiyorum tanımsız, zamansız, yersiz yurtsuzluğa.

5 Kasım 2018 Pazartesi

Bir rüya

Akşamüzeri saat 5'te bir saldırı olacakmış. Ellerinde makine tüfeklerle bir sürü adam sokağa girip tüm binaları kurşuna boğacakmış. Haber gelmiş bana önceden. İnsanlara söylemeli, onları uyarmalıymışım. Kaçmalıymışız buradan. Terk etmeliymişiz onlar gelmeden. Ama ben mıhlanmışım olduğum yere, hareket edememişim. Yapmam gereken işler varmış galiba. Ağzımdan çıkacak iki kelimeymiş aslında ama öncesinde yapmam gereken bir sürü bir şeyler varmış. Ertelemişim de durmuşum, kimselere bir şey dememişim. Gün yavaş yavaş batarken, aklım başıma gelir gibi olmuş, paniklemişim. Gitmeliyiz demişim ilk gördüğüm kişiye. Beni ciddiye almamış. Ne olacaksa olacak demiş, biz de savunuruz kendimizi. Hayır demişim. Bu bildiğiniz gibi bir şey değil. Çok kalabalık olacaklar. Bir sürü silahları olacak, acımayacaklar. Gel peşimden. Önce tamam demiş, takip etmeye başlamış beni. Bir çıkış yolu biliyormuşum. Sokağın arkasına doğru çalılıklardan dolanırken taramalı tüfekli adamların sokağa girişini görmüşüm. Beni takip eden kişi bırakmış takibi ama. Geri dönmüş. Topraktan ve ağaç köklerinden yapılmış bir duvarı ellerimle tırmanmışım, sokağı boylu boyunca gören bir düzlükte uzanmışım 'bitmesini' beklemişim. Her şeyi görmüşüm. Hepsini izlemişim. Adamlar taramış ne var ne yoksa. Sonra beni önce takip edip sonra bırakan kişiyi de elinde tüfekle görmüşüm. Olan olmuş, biten bitmiş. Geride kalanlar da ellerinde tüfeklerle o bir sürü adama katılıp bir başka sokağı kurşuna boğmaya gitmiş. Uzanmışım o düzlükte. Çıtım çıkmamış. Bitmesini beklemişim. Her şeyi görmüşüm. Hepsini izlemişim.

28 Eylül 2018 Cuma

Eylül

Ağustos sonları, Eylül başları bana hep o eski, tanıdık hüzün çöker. Ağustos'u mu uğurlamak, yaza mı veda etmek zor gelir bana bilmem. Önceleri, küçükken, Temmuz sonlarına doğru yaz tatilini yarıladığımızı düşünür, üzülürdüm. Sonra derdim, nasılsa koca Ağustos var. Dolu dolu bir ay daha var. Ama Eylül hep gelirdi, hiç gelmemezlik etmezdi. Bazen gelmemesinden korkardım Eylül'ün ölümden korkar gibi ama hep gelirdi Eylül. Hep...

Eylül'e olan hissiyatım sallantılıdır. Okul başlangıcı, yaz bitimi, tatil dönüşü, doğum günüm... Bana mütemadiyen zamanın akıp gittiğini, sürekli değişikliğe uğrayacağımı, hiçbir şeyin sabit kalmayacağını anımsatan ama aynı zamanda yumuşacık duygularla, hafif esintilerle beni köşebaşında okul yoluna uğurlayandı Eylül. İşte sanki o yüzden hep yeni başlangıçlarla başlamalıydım yeni yaşıma ben. Yeni okul, yeni sınıf, yeni şehir, yeni iş... Yaz hep bitmeliydi ben yaş alırken. Ben uğurladığım her yaşıma, çocukluğuma, gençliğime sonbahardan bakmalıydım. Ve kış gelmeliydi ardından. 

Tüm bunlar yetmezmiş gibi ben yine bir Eylül günü kırmızı bir valize sığışıp ev bildiğim toprakları uğurladım. Giden ben değildim, uğurlanan ben değildim, arkasından su dökülen ben değildim sanki. Evimdi, yurdumdu. O giderken ve ben geride veya ileride bir yerlerde kalırken bana veda eden evimdi. Giderken, eğer kalsaydım olacağım, dönüşeceğim insanı da beraberinde götürdü evim. Böyle düşündüm senelerce.

Ama bir gün bir şey oldu.

Sokakları arşınlarken ve kurumuş yapraklara basarken kendimi başka bir zamanda hissettim bir anda. Geçmişte bir yerde, çocukluğumun sonbaharında bir yerlerde. İçimiyse tarifsiz bir hüzün kaplamadı bu sefer. Aksine çok önemli çok nadide bir şeyin sırrına vakıf olmuşçasına huzurla doldu içim birden. Sanki çocukluğum ve çocukluğumun evi, yurdum saklandığı ya da gittiği yerden geri dönüp beni bulmuş gibi hissettim. O an anladım ki insan, evini asla terk etmiyor, çocuk kendine aslında asla veda etmiyor. Aksine o çocuğu evinden çıkarıp, elinden tutup, bir yolculuğa çıkarıyor. İnişli, çıkışlı bir yolculuk bu. Yol boyunca türlü maceralara atılıyor insan, içindeki çocukla ama bazen dünya dar geliyor işte, hayat omuzlarına biniyor ve aşması gereken yüksek duvarlarla çevrili buluyor kendini. İşte o anlarda bırakıveriyor bazen yanıbaşındaki, içindeki küçüğün elini. Sırtını dönüveriyor ona. Gözü aşması gereken duvarda ya da umutsuzluğunda, küçük onu bırakıp gitti sanıyor. Ama o hiçbir yere gitmiyor. Oracıkta insanın o duvarı aşmasını ya da o dipsiz kuyudan çıkmasını bekliyor.

Elini tuttum tekrar küçük kendimin. Beraber Eylül'ü uğurlayacağız şimdi hiçbir yere gitmemiş evimizle.

3 Nisan 2018 Salı

Bir başka G.



Dışarda kar. Tutmaz ama. Burada zaten hiçbir şey tutmaz. Ne iyi ne kötü. Birbirinin aynı insanların, birbirinin aynı sokaklarda konuşlu birbirinin aynı binalarda birbirinin aynı hayatları yaşadığı, evrende ne diye bir yer tuttuğu belirsiz bir küçük kasaba burası işte.

Soba çıtır çıtır. Eskinin kokusu duvarlarda.

Ben 7 yaşımın ortalarında bir yerde bir çırpıda haykırdım bana sorulmamış olan soruya: “On!!!”

Gevrek gevrek güldü sorunun sahibi G.'yi çoraplarını çıkarmış ayak parmaklarını sayarken görünce. Oysa 7 yaşındaki ben zaten cevabı vermişim. Sanki hiç duymamış beni. G.'nin amcası G.'nin ensesine şakayla karışık hafif bir şaplak attı: “Oğlum hiç mi kafa yok sende?” G. hala ayak parmaklarını sayarken kesilmemiş ayak tırnaklarındaki kir tabakasına uzun uzun baktım.

G.

Tanıdığım tüm fukaraların ismi G. ile başlar.

G. babasından dayak yer. G.'nin babası anasını döver. G.'nin karnesi kırıklarla doludur. Kırmızı kurdeleyi bir türlü takamayan G. beni, gofreti ve pirzolayı çok sever.
Bir de bizim onların evine gelmemizi çok sever. Çünkü biz onlara gelince bilir ki dedesinin bahçesinde mangal yakacaktır babam. Yiyeceği pirzola ve gofretin yanına babası biraz ayık olacak belki onun başını bile okşayacaktır.
G. ben ne desem ne istesem yapar. En saçma planlarımı hayranlıkla dinler, en olmayacak girişimlerime heyecanlanır, en gereksiz intikamlarımın hesabını sorar. Beni kendinden küçük, korunması, kolllanması gereken sanır ancak bilmediği benim ondan aslında ayca büyük olduğumdur. Bana asla küfrettimez, küfredilecek bir şey varsa o benim yerime de eder. Sokak oyunlarının tüm kavgalarında ben arkalarda bir yerde onun tüm kötüleri yenip geri gelmesini beklerim. Aldığı ufak tefek yaralarla gurur duyar ve mutlaka asla acımadığını vurgular. Kafasını ortadan karpuz gibi yardığında ve apar topar babamın muayanehanesine dikiş için getirildiğinde dahi bazen insanın içinde suratının ortasına çakma isteği uyandıran saf-aptal gülümsemesini muhafaza eder.

Alıklığıyla bazen insanı çıldırtsa da içinde bambaşka iyi bambaşka güzellikte bir insan olduğunu bilmenin bilinciyle hiç kıyamazdım ona. Komik gelecektir belki ama evet, 7 yaşındaki bir çocuk olan ben bunu bilir, hissederdim. İşte o yüzden beni korumasına gerek olmadığı zamanlarda bile beni koruduğunu kolladığını sansın, kendini mühim hissetsin, borçlu hissetmesin isterdim. Çünkü babamın mangalın başında ekmek arasına koyduğu payına düşen pirzolayı her seferinde bir borç olarak aldığını bilirdim.

İsimsizdir G. Büyükler ona asla ismiyle seslenmez. Ona takılmış bir lakap vardır. Doğduğu coğrafyanın uçsuz bucaksız sarılarını anımsatan bir lakabı vardır onun geniş suratında, küçük kısık gözlerinde, susuz çatlak dudaklarında, her daim tıraşlı dazlak kafasında anlam bulan.

Çok oyunlar oynadık biz G. ile. Çok dayak yedi sonra G. babasından. G.’nin dayağını birazını ablası birazını annesi yedi araya girip durdurmak istediklerinde. Babasının kulağını çekmeye gidenler arasında koca koca doktorlar, koca koca kaymakamlar, koca koca öğretmenler vardı. Hiçbiri kar etmedi. Babası ne içmekten, ne dayak atmaktan vazgeçti ta ki seneler sonra bir gün nasıl olduysa hidayete ermeye karar verip kızının saçına başına ve daha birçok şeyine karışıp ahlak satmaya başlayana dek. Zaten çok durmadı G.’nin ablası. Kaçıverdi ilk onu sevdiğini söyleyen oğlana.
Sonra G.’nin annesi de gitti. Dayanamadı dayağa, eziyete. Almadı yanına G.’yi. Alamadı. G. de istemedi. Babamdır, dövse de babamdır dedi.

Benim G.’den kopuşum da herhalde o zamanlara rastlar. Başka bir şehre taşındım. Başka okullara gittim. Başka arkadaşlarım oldu. Başka oyunlar oynadım. Başka planlar yaptım. Başka hayaller kurdum başkalarıyla. Başkaları korudu, kolladı beni. Başkaları aldı en saçma intikamlarımı. Ben G.’yi unuttum. O beni unutmadı ama ben onu unuttum. Kafasızlığını, dazlaklığını, alık suratını ve daha birçok şeyi unuttum. Yediği dayakları bile unuttum. Kendi hayatımın ışıltısına kapıldım, sevimli bir çocuk olmanın, sevilmenin farkındalığında bana verilen tüm sevgileri ceplerime doldurdum. Sevgisiz kalanları unuttum.

Bizim dedelerimiz kardeşti oysa G. ile. Ve ben G.’yi unuttum. Arada haberler geliyordu elbette. G. sınıfta kalmış. G. çift dikiş gidecekmiş. Sanayiye vermişler. Onu da becerememiş. Ne üniversitesi, barajı geçememiş. G.’nin el parmakları ayak parmaklarını çekiştiriyor gözümün önünde. Sayıyor, bir kez daha sayıyor. Bir kez daha sayıyor. Belki bu sefer doğru cevabı benden hızlı verirse amcasının getirdiği gofreti hak etmiş olacak. Hep bir kendini ispat. Hep bir ben de varım çabası. Ne paylaştığımız kerat cetvelleri, ne okuduğumuz okuma kitapları, ne mangal masasına serilen gazetelerin 90lı yıllar nostaljisi, ne ona bıraktığım oyuncakların tesellisi, ne babasının işsizliği, ne annesinin mutsuzluğu, ne bizim iki ısırıkta bitirdiğimiz pirzolalarımız, ne ablasının civelekliği, ne o sarı sıcak yazlar…

Özür dilerim G. Seni unuttum, seni uzaklarda bir yerlerde o taşra kasabada unuttum. Arada bir hatırlayıp, yeniden unuttum. Çok şey yaşandı. Çok zaman geçti. Hayat aktı, durdu. Belki ben seni daha da hatırlamazdım ama bir gün bir şey oldu. Bizim hepimizden büyük ve hepimizi içine dahil eden kötü bir şey. O kötü şeyin azabında, kötülüğe uğramanın kötüleştirdiği zamanlarda elinde meşalelerle senden olmayan, senin gibi olmayan insanların yaşadığı bir binaya saldırırken gördüm seni. Haberlerdeydi. İsmin yoktu. Yüzünden tanıdım seni. Diyordu ki haber olanca sıradanlığıyla Ş.’de provokasyon. Vatandaş tepkili. Emin olamadım önce sen misin diye. Seneler önce beraber defterlerimize kırmızı kalemlerle yazdığımız ismini arattım Facebook’ta. Bunca zaman hiç aklıma gelmemişti ama oradaydı işte. Oradaydın. Bulmak da kolaydı, unutmak kadar seni. Oradaydın. Hiç gitmemiştin. Taşlı sopalı resmin övünçle hainlere hadleri bildirildi açıklamasıyla duruyordu işte orada.

Çocukluk arkadaşım G.’yi önce babası sonra da devlet baba yiyip bitirmiş işte. Benim haberim olmamış. Ben de hayırsızmışım. Ben de onu sevmemişim hak ettiği, ihtiyacı olduğu gibi. Ben bana verilen sevgilerle meşgulmuşum. Öyle ya, ben sevimli bir çocuktum. Gören durdurur, yanaklarımı sıkardı, G.’ye düşen ensesine bir şaplakken. Ben akıllı olandım. O kafasız olan. Benim iyi olmam çok kolaydı. Nasıl aynı sınavı verebilirdik ki? G. kötü değildi. Bunu bilin istedim. G. benim çocukluk arkadaşımdı. Evet, alıktı, yavaştı ama korkusuzdu, iyi kalpliydi.

G. kötüleri yenendi, kötü olan değil.

25 Şubat 2018 Pazar

Geri geri yürüme sanatı

Yok aynı kırmızı valiz değil. Bir başkası. Bana ait değil. Ödünç alınmış. Çünkü sığamadım sırt çantama. Çünkü tek bir sırt çantasıyla çıktığım yolculuk yine evde son buldu. O ev ki annemin babamın deyimiyle ne olursa olsun fizana da gitsem bizim hepimizin evidir. O ev ki adres değişikliğine rağmen değişmez, yıkılmaz, ayaktadır, bizi bekler. O evden çıkarken de ne kadar alsam yanıma kardır gibi hep bir şeyleri bir şeylere katarak çoğaldıkça çoğalırım. Omuzlarım ağrır, ama olmazsa olmazdır da.

Uçak yolculuklarında artık elimde kalem defter yok. Üşengeçlik mi? Alışmak mı? Sonra neyden üşenmek, ya da neye alışmak? Uyudum. Bolca uyudum. Hem odamda hem uçakta. Gözlerimi dinlendirdim işte. Sonra döndüm yine kuytu köşelerde kalmış, saklandığım kendime.

Dönüp dolaşacağım ne var ne yoksa hepsinde kendimi taşıp dururum zaten. Olmaması gerekenler olması gerekenlere ağır basarken ben de durur düşünürüm, tüm bunlar neden oldu? Neden engel olamadık? Hiç olmazsa birini durdursaydık, hiç olmazsa birini kurtarsaydık kendimizden?

Ben kırmızı valizlere sığamam dedikçe hep bir başka kırmızı valizin içinde oradan oraya savruldum. Benim bu sızlanmalarım çocukça geldi onlara. Sızlanmamalı, ağlamamalı, küsmemeli ve asla geriye bakmamalıydım. Benden beklenen, benden arzulanan sadece buydu. Oysa benim geri geri yürümeyi öğrenmem tüm bunların eseriydi. Durmuyordum. Evet. İlerliyordum. Evet. Nereye gittiğimi bilmeden. Evet. Geride kalanlarda mıydı gözlerim? Evet.